31 Mayıs 2012

Yazar: Devran İKİZ

İzmir doğumlu ve 29 yaşındayım. 2008 yılında Çanakkale Üniversitesi Japonca Ögretmenliği bölümünden mezun oldum. Daha sonra 6 aylığına Japonya'da kaldım ve ardından Avrupa’yı gezmeye başladim. Şu anda Romanya'da yaşamaktayım. Filmler ile ilgili yazmaya başlamam mezun olduğum dönemlere denk gelmektedir. Ayrica, Divxplanet sitesinde de aktif olarak yazıyorum.

İletişim: dikiz@sinemayadair.com

Yazarın tüm yazılarını görmek için TIKLAYIN.

30 Mayıs 2012

Rekin Teksoy Hayatını Kaybetti

Yazar, çevirmen ve sinema tarihçisi Rekin Teksoy 84 yaşında  organ yetmezliğinden yaşamını yitirdi.

Geçtiğimiz haftalarda organ yetmezliği teşhisiyle yoğun bakıma alınan; fakat hayat mücadelesini kaybeden sinemacı yazar ve çevirmen Rekin Teksoy’un tüm dostlarının ve sanat dünyasının başı sağ olsun.

27 Mayıs 2012

65. Cannes Film Festivali Ödülleri

Altın Palmiye
Michael Haneke – Amour

Jüri Büyük Ödülü
Matteo Garrone – Reality

En İyi Yönetmen
Carlos Reygadas - 'Post Tenebras Lux'

En İyi Erkek Oyuncu
Mads Mikkelsen -'The Hunt' (Thomas Vinterberg)

En İyi Kadın Oyuncu
Cosmina Stratan ve Cristina Flutur - 'Beyond the Hills' (Cristian Mungiu)

En İyi Senaryo
Cristian Mungiu - 'Beyond the Hills'

Jüri Özel Ödülü
Ken Loach - 'Angel's Share'

Altın Kamera (Camera d'Or)
'Beasts of the Southern Wild' (Yön: Benh Zeitlin)

Kısa Metraj
'Sessiz' (Yön: Rezan Yeşilbaş)

‘Sessiz’ Cannes’da En İyi Kısa Film Ödülü Kazandı

65. Cannes Film Festivali Altın Palmiye Ödülleri görkemli bir törenle sahiplerini buldu. Ödül töreninde ilk ödül Kısa Film dalında verildi. En İyi Kısa Ödülü’nü “Sessiz” filmiyle Rezan Yeşilbaş kazandı.

1984 yılında Diyarbakır’da tutuklu olan kocasına, cezaevi koşullarında yasak olmasına rağmen yeni bir çift ayakkabı götürmeye çalışan Zeynep’in hikayesi sade ve yalın bir dille anlatan “Sessiz (Silent / Be Deng)” filmi daha önce Akbank Kısa Film yarışmasında En İyi Film Ödülü’nün de sahibi olmuştu.

Fransa’nın Cannes şehrinde gerçekleştirilen ödül gecesinde Rezan Yeşilbaş “Sessiz” adlı filmiyle kazandığı En İyi Kısa Film Ödülü’nü Cannes Kısa Film Jüri Başkanı Jean-Pierre Dardenne ve ünlü sanatçı Kylie Minogue’dan aldı. Rezan Yeşilbaş sahnede heyecanını dile getirdi. 65. Cannes Film Festivali Ödül Töreni En İyi Kısa Film Ödülü bölümünü aşağıda izleyebilirsiniz:

Documentarist İstanbul Belgesel Günleri Başlıyor


Dünyanın en iyi belgesellerinden seçilmiş 90’a yakın filmiyle ve gerçeğin ‘eriğimsi’ tadını andıran tanıtım kampanyasıyla 1-6 Haziran 2012 tarihlerinde belgesel tadını değiştirmek için gün sayan Documentarist İstanbul Belgesel Günleri'nin biletleri Mybilet'te satışa çıktı.

Documentarist 5. İstanbul Belgesel Günleri, gerçeğin ‘eriğimsi’ tadını andıran 90’a yakın filmi izleyiciyle buluşturmak için gün sayıyor. Haziranın ilk haftasında İstanbul'u belgesel başkentine dönüştürecek olan festivalin biletleri öncelikli olarak Mybilet'ten veya etkinlik tarihlerinde salon girişlerinden 5 TL'ye temin edilebilir.

Arap Dünyasından, Kapı Komşumuz: Yunanistan, Belleğin İzinde, Müzik Belgeselleri veTürkiye Panoroma gibi özel bölümlerin yer aldığı DOCUMENTARIST 2012 programında Uluslararası Panorama başlığı altında son dönemin ödüllü belgesellerinden geniş bir seçki sunuluyor. Türkiye’den ise, çoğunluğu genç yönetmenlerin filmlerinden oluşan, ağırlıklı olarak Kürt meselesi, çocuk yaşta evlilik ve HES konularına değinen 25 film yer alıyor.

Bu yılki festivalin onur konuğu, yaşayan en önemli belgeselcilerden Heddy Honigmann. Filmlerinden oluşan kapsamlı bir retrospektifle ağırlanacak yönetmen, ayrıca bir ‘sinema dersi’ verecek. 

Eriği ‘ekşi ama bağımlılık yaratan’ tadını belgeselle özdeşleştiren festivalin büyük ilgi gören tanıtım filmlerinde Bülent Emin Yarar, Muhammet Uzuner, Tülin Özen, Türkü Turan, Ayça Damgacı gibi sinema ve tiyatro oyuncuları ile yönetmen Derviş Zaim rol aldı.

Festival haftası boyunca Hollandalı eğitmenlerle gerçekleştirilen Yaratıcı Belgesel Geliştirme Atölyesi başta olmak üzere, sinema dersi, panel, söyleşi, multimedia gösterisi gibi pek çok yan etkinlik ise ücretsiz olarak izlenebilecek.
Documentarist’in gösterim ve etkinlikleri, Akbank Sanat, Fransız Kültür Merkezi, Aynalı Geçit Etkinlik Mekanı, SALT Beyoğlu, SALT Galata ve Romen Kültür Merkezi’nde gerçekleşecek.

Festivalle ilgili detaylı bilgi: www.documentarist.org

26 Mayıs 2012

Martyrs: Modern Gore

Fransız sinemasının “gore” dediğimiz, içinde her türlü kan, şiddet, sadistlik gibi bütün unsurları görebiliceğimiz sert bir film.

Türkçe ismiyle “İşkence Odası” diye adlandırılan bu film, Fransız dehşet sinemasında şimdiden iyi bir yer edinmiş gözüküyor.

1970’lerin Fransa’sında Lucie adında genç bir kız işkence ve şiddete maruz kaldığı yerden kaçmayı başarır. Vücudunun bir çok yerine işkence uygulanmış fakat hiçbir kaçırılma ya da taciz izi yoktur. En sonunda doktorların kontrolünden geçer ve bakımevi gibi bir yerde kalmaya başlar. Ama yaşadığı dehşetin etkisi sürmeye devam eder. Aradan on beş yıl geçer ve Lucie bu sefer ona bu acıları yaşatanlardan intikam alma kararı alır. Silahlı baskın yaptığı evde bütün aileyi öldürür. O sırada yanında Anna isminde arkadaşını da almıştır. Tüm aile katledilse de olay orada son bulmaz. Yaşadığı travmalardan sonra iyice deliren Luice halüsilasyonlar görmeye başlar ve en sonunda kendini öldürür. Yalnız başına kalan Anna için ise durum beklendiğinden daha dehşet verici olacaktır…

Başrollerini Mylene Jampanoi ve Morjana Aloui’nin paylaştığı film vahşet unsurlarıyla, gerilimiyle insanı ürkütmeye ve germeyi başarıyor. Filmde ufak bir yer edinen sürpriz isim ise henüz 19 yaşında kendi parasını biriktirip yaptığı ve Cannes Film Festivali’nde yankı uyandıran “I Killed My Mother (Annemi Öldürdüm) filmiyle tanınan Xavier Dolan var.

Lucie’nin işkence gördüğü yerden kaçışıyla başlayan film temposunu hiç düşürmüyor. Sadece sonuca varınca biraz durgunlaşıyor o kadar. Lucie’nin halüsilasyonu olan insan - yaratık karışımı kadın, belki de çoğu korku filminde göremeyeceğimiz kadar gerçekçi.

Film gerilimini yaratırken karanlık bir ortam yaratmıyor. Hatta bazı sahneler gayet aydınlık yerde geçiyor. Burada aile filmlerinizde görebiliceğimiz bir görüntü yönetimine yer veriyor; fakat bu filme hiçbir olumsuzluk katmıyor, tam tersine kendi farklılığını yaratıyor.

Her ne kadar bir “gore” olsa da İbret verici, insanı şoka sokan, vahşetin tüm imkanlarını sonuna kadar kullanan bu filmi izledikten sonra tek düşündüğüm şey ise sabahı nasıl getireceğimdi…

Yazar: Murat Boncuk

Martyrs (İşkence Odası) filmine 2009 yılında yapılan diğer kritik: 

25 Mayıs 2012

Le Ballon Rouge: Oscar Ödüllü Bir Kısa

Le Balloon Rouge (Kırmızı Balon / The Red Balloon) Albert Lamorisse’nin 1956 yılında çektiği en iyi özgün senaryo dalında Oscar Ödülü kazanan kısa filmidir. Bu bakımdan kısa film kategorisi dışında ödül alan ilk film olma özelliğini taşır. Ayrıca, film Cannes Film Festivali’nde en iyi kısa film dalında Altın Palmiye Ödülü’nün de sahibi olmuştur. Başrollerde Albert Lamorisse’nin oğlu Pascal Lamorisse ve kızı Sabine Lamorisse vardır.

Filmden bahsedecek olursak, küçük çocuk Pascal ile kırmızı balonun şehirde yaşadıkları olayları anlatır. Ancak, film bu hikayeyi daha farklı bir bakış açısıyla ele alır. Yönetmen kırmızı balonu bir nesne değil de, bir canlı olarak yansıtmıştır. Bu da çocuk ile balonun arasında ki bağın bizde farklı hisler uyandırmasına sebep oluyor.

Öncelikle bu filmi izlerken çocukluğum aklıma geldi. Mutlaka sizlerin de uçan balonlarla ilgili hayatınızda bir sahne vardır. Benimkisi ise ilköğretim yıllarında 23 Nisan Dünya Egemenlik ve Çocuk Bayramı ya da 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında aldığım o kırmızı uçan balonlar o kadar ilgilimi çekerdi ki balonla aramda bir bağ kurardım, elimden uçup kaçmasına ya da patlamasına dayanamazdım. Balona bir nesne olarak yaklaşmazdım asla.

Le Balloon Rouge filmi bende bu hisleri uyandırdı. Filmde seçilen mekanlar güzel, filmin görselliğine zemin oluşturmuş. Ayrıca, balonu patlatmak isteyen mahalle çocuklarından kaçan kahramanımızın dar sokaklarda ki ufak bir kovalamaca sahnesi gayet güzel olmuş. Kırmızı balonun şehrin ortasında kendi başına dolaşması bence  bir yönetmenlik başarısı.

---SPOILER---

Sonunda balonun mahalle çocuklarının tarafından patlatılması beni hüzne uğratırken hiç beklemediğim bir anda gelen mutlu bir son beni sevindirmeyi  başardı. Ama, film bitiminde aklım kırmızı balonda kalmadı değil...

1956 yapımı, ödüllü “Le Balloon Rouge (Kırmızı Balon / The Red Balloon)” kısa filminin tamamını aşağıda izleyebilirsiniz:



Yazar: Murat Boncuk

Hayal Perdesi’nin 28. Sayısı Yayında


Hayal Perdesi Mayıs-Haziran 2012 tarihli 28. sayısıyla www.hayalperdesi.net adresinde yayında…

Derginin vizyon sayfalarında bu sayıda, V for Vendetta’nın yönetmeni James McTeigue’nun Edgar Allan Poe’nun öyküleri üzerine kurduğu postmodern filmi Kuzgun, Raşit Çelikezer’in Sundance Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü kazanan yapımı Can ve İsmail Güneş’in yer üçlemesinin son filmi Ateşin Düştüğü Yer bulunuyor.

Derginin kapağında ise, uzun süredir devam eden kentsel dönüşüm projeleri üzerine şimdiye kadar çekilmiş en kapsamlı belgesel olan Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir var. Belgeselin yönetmeni İmre Azem’le kentsel dönüşüm sürecini, projenin nasıl oluştuğunu ve İstanbul’u gelecekte bekleyen olası tehlikeleri konuştuk.

Türk Sineması Araştırmaları bölümünde geçtiğimiz ay vefat eden Seyfi Teoman anısına derlenen bir söyleşi metni, Esra Tice’nin yazdığı Atıf Yılmaz Sineması yazısı ve Mayıs ve Haziran aylarında ölüm yıldönümleri olan Faruk Kenç, Erdoğan Tokatlı ve Ömer Kavur’la ilgili hazırlanan, sinema tarihçisi ve sinema yazarlarının katıldığı geniş çaplı bir soruşturma bulunuyor.

Açık Alan bölümünde Remzi Şimşek Vavien filmine farklı bir perspektiften yaklaşırken, Cihan Aktaş Yalanı Tabiileştiren Telakkiye Karşı başlıklı makalesinde Bir Ayrılık filmine yoğunlaşıyor. Kısa-ca bölümünde Zeynep Merve Uygun kısa film sitelerini okurlarla paylaşıyor, Keşif bölümünde Yiğitalp Ertem geçtiğimiz yıl Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar adayı olan Belçika filmi Rundskop’u ele alıyor.

Belgesel Odası’nda bu sayıda, Belgesel Sinemacılar Birliği Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Hasan Özgen ve Proje Koordinatörü Yasin Ali Türkeri ile Arşivist projesi üzerine gerçekleştirilen bir söyleşi yer alıyor. Kamera Arkasının bu sayıdaki konuğu Aida Begiç’in 65. Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış bölümünde gösterilen son filmi Djeca’da görev yapan Mustafa Emin Büyükcoşkun. Neden Film Seyrediyoruz? sorusunu ise bu sayıda şair ve yazar Ömer Erdem cevaplıyor.

24 Mayıs 2012

Biutiful: Hayat Her Zaman Güzel Midir?


Amores Perros (Paramparça Aşklar ve Köpekler) filmiyle gönlümde taht kuran yönetmen Alejandro González Inárritu, son filminin adı “Biutiful”. Javier  Bardem’in başrolde olduğu filmde bu sefer yönetmenimiz farklı bir yolla sinemasını gösteriyor bizlere.

Yasadışı işlerle para kazanan Uxbal (Javier Bardem) adında ki bir babanın yaşadığı zorluklar ve dramı göz önüne getiriliyor. Göçmen işçilere iş bularak, iş adamlarıyla yasa dışı anlaşmalar yaparak ve polise rüşvet vererek işlerini kontrol ediyordur. Bu sırada yalnız başına ailesini geçindiriyordur. Bir de inişli çıkışlı ilişkileri olan karısı Marambra (Maricel Alvarez) onun için ayrı bir problem oluyor.

Javier Bardem rolünü çok güzel oynamış. Çocuklarını seven ve onları her daim koruyup kollayan bir baba görüntüsünü çizmiş. Ortada hem aile dramının yanında yönetmen bize madalyonun arka yüzündeki insanları göstermiş. Bunlar hayata yenilmemeye çalışan her türlü zorluklara, yaşam standartlarına karşı hayata tutanabilen insanlardır. Uxbalda aynı konvoyda onlarla birlikte ilerleyip hayata tutunmaya çalışıyor. O bu insanların üzerinden para kazansa da onlarla ilgileniyor ve onlarla yakın bir ilişki kuruyor. Bu Uxbal’in duyarlılığını ve iyi kalpliliğini gösteriyor.

Filmde aile dramının yanında evrensel bir sorun olan fakir ülkelerden “buranın taşı toprağı altın” diyerek iş olanakları daha yüksek olan ülkelere gelen göçmenlerin sorunlarını bizlere gösteriyor.

Yönetmenimiz bu sefer farklı yoldan bize derdini anlatmış. Önceki filmlerinde farklı hayatları kesiştirerek; Babel (Babil), Amores Perros (Paramparça Aşklar ve Köpekler) gibi filmlerinde bize çok güzel ve duygu yüklü bir sinema deneyimi yaşatmıştı. Bu sefer böyle bir rastlantı söz konusu yok. Uxbal’ın gözünden başka hayatlar  gösterilmiş bize. Film açıkcası biraz önce bahsettiğim Amores Perros gibi bir başyapıt olmasa da yine de izlenmesi gereken güzel bir film.

Uxbal’in  kanser hastalığından dolayı yaşadığı psikoloji, ailesiyle yaşadığı üzücü olaylar filmin dramatik yapısını oluşturuyor. Yine diğer filmlerine göre yine aynı derecede psikolojik ve hüzünlü bir hikayesi var.

Yazar: Murat Boncuk

22 Mayıs 2012

The Bride Wore Black: Bu Geline Siyah Yakışmış


Fransız yeni dalga akımının önemli yönetmenlerinden bir tanesi olan Francis Truffaut’un ellerinden çıkmış ve konusu Quentın Tarantıno’nun Kill Bill’ine  ilham kayanağı olmuş bir film var karşımızda. Sakın düşünmeyin ki bu film de Kill Bill kadar vahşet. Başrolünü Jenne Moreou’nun üstlendiği film, Kill Bill’e göre daha uslu ve karmaşık olmayan bir senaryosu var.

Julie adında ki güzelimiz, David ile klisede evlilik töreninden sonra tam arabalarına binecekken, David silahla vurulur. Ölüm sebebi kasti değildir, beş bekar erkeğin kafayı dağıtıp içtikleri gün bekar tayfadan biri silahı alır ve kiliseye doğru hedef alır. O içkinin verdiği etkiyle biraz çakır keyif olan bu adam bu sefer düğünün olduğu yere hedef alır. Arkadaşları silahı elinden almak ister, o sırada silah patlar. Olan Julie’nin karısına olur. Julie, David öldükten sonra hepsinin izini bulup öldürmeye başlar.

Filmde ölüm anına birçok kez geri dönüşler oluyor. Julie kurbanlarını teker teker öldürdükten sonra David’in nasıl öldüğü bir yapboz gibi yerine oturuyor. Kurbanlarını fazla vahşice olmayan klasik yöntemlerle öldürmeyi tercih ediyor. Julie’nin eşini kaybettikten sonra ki psikolojisi fazla derine inmeden anlatılmamış. Genelde gelinin intikamı üzerine yoğunlaşılmış.

Julie üçüncü kurbanını öldürmeye giderken kurbanın çocuğunu, onun okul öğretmeni  olduğunu söylerek kandırır. Kurban öldürdükten sonra ise polisler olay yerine gelir. Çocuğun asıl öğretmenini şüpheli olarak getirirler. Çocuğun karşısına çıkar. Ufaklık dün eve gelen öğretmenin gerçek öğretmeni olduğunu yani Julie olmadığını söyler ve kadını hapse attırır. Sonrasında gazetede çıkan bir haberden Julie telefondan polisleri arayıp onun suçsuz olduğunu söyler. Burada filmin inandırıcılığını yitiren bir unsur var ve kafalarda soru işareti bırakabilcek cinsten. Filmde oynayan çocuk rol olarak zeka özürlü veya salak olarak karşımıza da çıkmıyor. “Beş - altı yaşındaki bir çocuk kendi öğretmenini tanımayacak kadar aptal mı?” diye kafanızda bir soru oluşabilir. Bu da filmin nazar boncuğu olsun diyelim.

The Woman Wore Black (Siyah Gelinlik) filminin durumundan genel olarak bahsedersek; izlenilebilir goresiz bir intikam filmi.

Kaybedecek bir şeyi olmayan kurbanlarına soğuk mesafeli bir tavırla yaklaşmasına rağmen onları etkileyebilen cazibeli kadını Kill Bill’in Gelin’i kadar severseniz umarım.

Yazar: Murat Boncuk

Pamuk Prenses ve Avcı’nın Kostümleri İstanbul’dan


1 Haziran’da gösterime girecek olan Charlize Theron, Kristen Stewart ve Chris Hemsworth gibi isimlerin rol aldığı Pamuk Prenses ve Avcı’nın Oscar ödüllü baş tasarımcısı Colleen Atwood filmin kostümleri için Türkiye’yi ziyaret edip kumaşları bizzat kendisi seçti.

İstanbul’dan esinlendiğini dile getiren Atwood, “Birkaç gün boyunca kumaş ve kumaş parçaları aldım. Bu süreç, filmin görüntüsünü oluşturmama çok yardımcı oldu Orada satın aldığım her şeyi bir şekilde kullandım. İlham vermesi açısından çok faydalı oldu. Doğal fiberlerle boyanmış çok güzel örgü yünler buldum.” dedi.

Masalın nefes kesen fantastik öğeler ile dolu bambaşka bir versiyonu olan Pamuk Prenses ve Avcı filmi 1 Haziran 2012’den itibaren sinemalarda olacak.

21 Mayıs 2012

The Divide: Kıyamet ve İnsanlar


Sinemayla tanıştığımdan beri postapokaliptik filmlere ayrı bir sempatim var. Kıyamet sonrası olacaklarla ilgili kafamızda binlerce fikir üretebilirz ya da ”Kıyamet sonrası bizi nasıl bir dünya bekliyor?” sorusuna günlerce kafa yorabiliriz…

The Divide filmi postapokaliptik türüne bir örnek. Nükleer felaket sırasında hayatta kalmak için bodrum katına sığınan insanların yaşadıklarını izliyoruz. Filmin birkaç bölümü hariç geriye kalan hepsi geniş bodrum katında geçiyor. Radyosyondan etkilenmemeleri için de kapıyı sıkıca kapıyorlar, dışarı da çıkamıyorlar. Tek çıkış yolu var o da kanalizasyonda pisliklerin arasından geçmek; ama dışarı çıktığın anda radyasyonu tadarsın. Radyasyondan etkilenmemek için de koruyucu kıyafet giymen gerek.

Filme başlarken aslında filmin başında değilmişinizde ortalarında bir yerlerdeymişiniz hissine kapılıyorsunuz. Kısıtlı bir çekim alanına sahip olsa da film sizi sıkmıyor, heyecanını sonuna kadar ilerletmeyi başarıyor.

Bodrum katında iktidarı elde tutan Mickey (Michael Biehn) onlara eşit miktarda su ve yemek dağıtıyor. Tabi ona isyan edenler de olmuyor değil. O isyan edenlerin başında ise filmin sonlarına doğru mükemmel performans sergileyen Bobby (Michael Eklund) ve Josh (Milo Ventimiglia) var. Daha sonra Mickey’nin gizli bir odada yemek sakladığını fark ediyorlar ve iktidarı onun elinden alıyorlar.

Bu noktadan sonra herşey çığrından çıkıyor. Düzen bozuluyor .Karakterler psikolojik olarak değişime uğruyorlar. Kendi aralarında anlaşmazlıklar yaşanıyor, şiddet eylemleri gerçekleşiyor ve gerilim tavan yapıyor. İçlerinde ayrım yaşanıyor. Hayatlarının sonlarına doğru geldiğini anlayan bir grup kendi arzuları ve içgüdülerince yaşıyorlar.

Filmin güzel olmasında oyunculuklar etkili olmuş; ama Eva karakterini oynayan Lauren Germann diğerlerine göre biraz donuk kalmış.

Filmde hoşuma gitmeyen noktalardan bir tanesi ise Arap toplumunu kötülenmesi. Zaten Amerikalılarla arası pek sıcak olmayan Araplar’ı böyle kötülemek doğru değil…

Senaryo bakımından havada kalan bir nokta ise bodrumdan içeri askerlerin gelmesi ve küçük kızı kaçırdıktan sonra Josh’un onu kurtarmaya gitmesi. Orada kaçırılan birçok küçük kız görürüz; ama onların neden kaçırıldıkları ya da ne yapıldıkları  konusunda pek bilgi alamıyoruz ve bodrumdan içeri gelen askerlerin kim oldukları ile ilgili tam bir bilgi alamıyoruz.

Ülkemizde “Mahşer Günü” adıyla bilinen bu film izlenmeyi sonuna kadar hak ediyor. Bir de böyle bir postapokaliptik deneyin. Keyifli seyirler…

Yazar: Murat Boncuk

Irreversible: Bu Yoldan Dönüş Yok


Bu filmi üç sene önce okuduğum okuldaki hocam bahsetmişti. Filmden bahsettikten sonra bize izlemeyin demişti. İzledikten sonra neden böyle bir şey dediğini gayet iyi bir şekilde anlamış bulunmaktayım.

O gün bugünmüş demek ki. Ben de bu filmi izlemeye kendimi hazır hissettim. Düşündüm “ne filmler  izledim, ne görseller gördüm, ne olabilir ki?” dedim ve  başladım filmi izlemeye…

Farklı kamera açılarıyla film başlıyor. Sonra bir evde iki tane hayattan bezmiş,  çok görmüş, çok geçirmiş iki adam konuşuyor, onları görüyoruz. Kamera bizi bu sefer bir gay barın önünde ambulanslar, polis araçlarının olduğu bir yere götürüyor ve o sırada tartışmalar, polislerin sorgu suali küfürler havada uçuşuyor.

Merak ediyorsunuz olay nedir, ne değildir diye? Yönetmenimiz Gasper Noe ise olayı baştan sona gösteriyor. Marcus (Vincent Russel) adında serseri ruhlu bir herif ve Pierre (Albert Dupontel)  artık belli bir yaşa gelmiş, delidoluluktan çıkmış olaylara daha sakin yaklaşan bir adam. Bunlardan biri Alex (Monica Belluci) adında ki kızın eski kocası, diğeri de erkek arkadaşı. Alex ise tecavüze uğrayan ve şiddet gören kızımız. Bu iki arkadaş Alex’e tecavüz edip suratına dağıtan Tenya adında bir pezevengi bulmaya çalışıyorlar.

Olay zaten Tenya adındaki herifi bulma çabalarıyla başlıyor. Bir gay bara gidiyorlar ve Tenya’yı arıyorlar. İşte tam bu sırada gerçekleşen baş döndürücü kamera hareketleri, açık seks sahneleri ve en son tüyler ürperten insanın sinirlerini geren bir kol kırma sahnesi ve Pierre’nin yangın tüpüyle adamın kafasını ezmesi var ki bu izleyicilerin filmi yarıda bırakmasına bir sebep.

Bilindik üzere Cannes Film Festivali’nde birçok tartışmalara neden olmuş ve izleyen seyircilerin bir bölümü kusmuş, bayılmış ya da salonları terk etmiştir. Irreversible’dan sonra Gaper Noe skandal bir yönetmen olarak tanınmıştır.

Film gerçekçi bir bakış açışıyla işlenmiş belki rahatsız ediciliğinin temel sebeplerinden biri bu olsa gerek. Kameranlık yapmış yönetmenimizin kamerayı  iyi kullanması büyük bir artısı.

Beğenilip beğenilmemesi seyircilere kalmış bir şey. Çünkü içinde bulunan “gore” türüne ait unsurlar izleyicileri rahatsız edebilecek türde.

Filmde aklımdan çıkmayan en rahatsız edici sahne ise; Tenya’nın Alex’e tecavüz etmesi ve yüzünü acımasızca dağıtmasıydı.

Oyuncular rollerini ustaca oynamışlar, özellikle Vincent Cassel’in performansı harikaydı. Tüm rahatsız ediciliğine rağmen, tüm sinefillerin izlemesi gereken filmlerden bir tanesi.

Yazar: Murat Boncuk

19 Mayıs 2012

Dellamorte Dellamore: Haydi Bakalım Kolay Gelsin


Kuzey İtalya’nın küçük bir kasabasında Buffalo mezarlığında bekçilik yapan Francis Dellamorte’nin işi sadece bu değildir. Francis’in bir diğer görevi, canlanan ölüleri yani “zombileri” öldürmektedir. Mezarında günlerini yalnız geçiren bu adam günün birinde mezarlıkta rastlaştığı bir kadına (Anna Falchi)’ye aşık olur. Francis’in aşk ile ölüm arasındaki serüveni bundan sonra başlar.

İngilizce adı "Cemetery Man" olan Dellamorte Dellamore filmi, Dylan Dog’un çizgi romanından uyarlanmış. Michele Soavi yönetmiş, Gianni Romoli’de senaristliğini üstlenmiştir.

Başrolleri Rupert Everett ile Anna Falchi ve Francis Hodji-Lozoro paylaşıyor.

Başlangıç sahnesi hızlı bir şekilde bir zombi öldürme sahnesiyle açılıyor. Daha sonra Francis yaşadığı işinden bahsediyor, işini bahsettiği sırada yanında zihinsel engelli yardımcısını da tanıyoruz.

Filmde tam olarak zombi teması ele alınmamış. O temadan yola çıkarak absürd bir aşk hikayesi yaratılmış. Zaten zombi filmi olarak düşünürsek, zombi filmlerinde rastladığımız alışagelmişler yok. Bu filmde motosiklet süren zombiden tut, konuşabilen ve düşünebilen zombiye kadar hemen hemen hepsine rastlayabilirsiniz.

“Eğlenceli mi?” diye bir soru sorulursa; eğlenceli ama sonlara doğru geldikçe  yaşam ve ölümü sorgulamaya başlıyor. Artık canlı insan öldürmek ya da zombi öldürmek onun için bir şey ifade etmemeye başlıyor. Bir de sonlara doğru kahramanımız zombi öldürmemeye karar veriyor. Sonuç olarak biraz sıkılıyorsunuz.

Bir sahnesinde de kulübenin etrafını zombiler sarmışken Sezen Aksu’nun “hadi bakalım” şarkısı çalıyor. Ne diyebilirim müzik filme yakışmış…

Canınız bu aralar absürd komedi tarzı içinde aşk sosu olan bir film izlemek isterse, izleyin derim ama absürd komedi dedim diye de fazla hafife almayın.

Yazar: Murat Boncuk

18 Mayıs 2012

Documentarist İstanbul Belgesel Günleri Başlıyor


5’inci yaşını kutlamaya hazırlanan Documentarist Belgesel Filmleri Festivali, Tophane Tütün Deposu’nda ki basın toplantısıyla 2012 programını açıkladı. Toplantıda 2012 belgesel programınından ve önemli belgeselcilerden Heddy Honigmann’ın geleceğinden bahsedildi. Honigmann gösterimlere katılıp soruları yanıtlayacak; ayrıca bir sinema dersi verecek. 

Bu keyifli toplantının ardından Documentarist’in tanıtım filmi gösterildi. Filmde rol alan isimler ise Bülent Emin Yarar, Muhammed Uzuner, Tülin Özer, Türkü Turan, Ayça Damgacı ve Derviş Zaim.

17 Mayıs 2012

Güzel ve Çirkin: Üçüncü Boyut ile Yeniden


Disney’in unutulmaz klasiklerinden Beauty and the Beast (Güzel ve Çirkin) üç boyut (3D) teknolojisiyle yeniden beyazperdeye uyarlandı. En iyi Film Oscar’ına aday olan ilk animasyon özelliği taşıyan film bazı öğelerini 1946 yılında çekilen Güzel ve Hayvan’dan ilham almıştır.

Bir gün çok bencil kaba bir prensin kapısını dilenci kılığında bir peri çalar. Dilenci sığınıcak bir yer istemiştir, karşılığında da prense bir gül vermek ister ama prens dış görünüşünden dolayı dilenciyi içeri almaz.

Bu davranışından dolayı dilenci prensi korkunç bir canavara dönüştürür, diğer evdeki hizmetçileri ise birer ev eşyasına… Şato büyük bir karanlığa gömülür. Canavara dış dünyayla bağlantı kurması için bir ayna verir. Aynanın yanında bir de çiçek vardır. O çiçek solmadan canavara kim aşık olursa ve canavar da ona karşı aynı hisleri beslerse büyü bozulucaktır ve canavar eski haline dönecektir.

Mucit olan ve icatlarından dolayı köyün delisi ilan edilen Belle’nin babası Maurice en son yaptığı icatı odun kesme makinasını tanıtmak için atıyla yol alır. Bu sırada yolunu şaşıran mucit bir anda kendini canavarın şatosunda bulur. Canavar muciti tutsak eder.

atodan kaçmayı başaran at ise Belle’nin yanına gider. Belle o at sayesinde şatoyu bulur, babasını tutsak olarak görür ve canavarla anlaşma yapar. Belle babasının yerine ömür boyu şatoda tutsak kalmayı kabul eder.

Belle şatoda kaldığı süre boyunca canavarın iç yüzünü tanıyacak, onun aslında ne kadar kibar ve iyi kalpli biri olduğunu anlayacaktır.

Filmi yeniden izlemek her ne kadar güzel olsa da üç boyutlu olması filmin nostaljik tadını bozmuş. 3D özelliği filme hiçbir anlam kazandırmamış. Onun dışında Güzel ve Çirkin izleyicinin kalbinde yer eden güzel bir animasyon.

Yazar: Murat Boncuk

Diktatör: Bir Cohen Komedisi


Diktatör filminin yaklaşmasına günler kala arkadaşlar arasında Cohen’in eski komedisi “Ali G Indahouse” filmi hakkında konuşup anılarımızı tazeliyorduk.

Bilindik üzere Türk sinemasında aşk ve dram filmleri dışında komedi ülkemizde sevilen bir türdür ve sıkı bir komedi filmi izleyicisi bir kere de olsa Sacho Boren Cohen’in filmlerini izlemiştir. Özellikle “Borat” ve “Ali G Indahouse”.

Senaryosunu kendisiyle birlikte Alec Berg, David Mandel ve Jeff Schaffer yazmış. Yönetmen koltuğunda ise ise Larry Charles var.

Cohen başrolü Ben Kingsley ve Anna Faris ile paylaştımış. Film Wadiya isimli hayali bir ülkeyi yöneten diktatör General Aladeen, ülkesine demokrasi gelmemesi için vermiş olduğu savaşı komik bir dille anlatır. Sadece görünüşte ülkeyi yöneten diktatörümüz bir bakıma ufak yaşta şımartılmış, yediği önünde yemediği arkada, ülke sorunlarını görse de görmezden gelen kafes sisteminde yetiştirilmiş bir adamdır. En güvendiği adamı ise sağ kolu Tamir (Ben Kingsley) onun arkasından dolaplar çevirmektedir; amacı onun ülkesini batırmak ve yok etmektir.

Bir gün, ülkesinde yeni yönetim sistemini kabul etmesi için Amerika’ya çağırırlar. General Aladeen ilk başta karşı çıksa da Tamir’in zorlamalarıyla Amerika’ya yol alır. General Aladeen diktatörlüğünden dolayı halk tarafından sevilmiyordur. Amerika’ya geldiğinde de halk tarafındanda iyi karşılanmaz. Aladeen tüm ülke başkanlarının olacağı mecliste konuşma yapmadan bir gün önce gece kaldığı otelden kaçırılır. Onun yerine onun bir benzeri akli dengesi yerinde olmayan bir adamı getiriceklerdir. Ona Wardiya’nın ülke yönetiminin artık demokrasi olması için bir toplantı ayarlarlar, ülke başkanlarının önünde bir anlaşma imzalatıcaklardır. Bu durum diğer ülkelerin lehine olacaktır ve Wardiya çöküşe geçicektir.

Kaçıran kişinin elinden kurtulmayı başaran generalimiz için asıl macera şimdi başlar. Tamir sahte generale imzayı attırmadan önce Aladeen bunu önlemeye çalışıcaktır. Tabi tüm bunlar yaşanırken kaçıran adamdan kurtulmayı başardıktan sonra üstü başı kirli, tanınmaz bir halde protestucuların bulunduğu yerde bulur kendini. Protestocular da Aladeen’i protesto ediyorlardır; ama kimse çevirilen dümenin farkında değildir. O yüzden protestocular gerçek Aladeen’in o olduğunu fark etmezler. Diktatör protescuların arasından bir kız (Anna Faris) ile tanışır. İlk başta kızla anlaşamasa da  sonrasında dükkanında çalışmaya başlar ve ona yardım eder. Zaman geçtikçe aralarında bir aşk yaşanır; ama diktatörümüz asıl amacını unutmaz ve onun için de ayrı planlar yapar. Bu bakımdan filmi ele alırsak “Zohan’a Bulaşma”yı andırmış. İkili arasında aşk büyümüştür. Sevgilerinin en taze olduğu dönemde Aladeen Wadiya’nın gerçek diktatörü olduğunu ve amacını söyler. Kız büyük bir hayalkırıklığına uğrasa da ona karşı olan sevgisi tükenmez. Filmin sonlarına doğru geldiğimizde Aladeen kendisini yerine geçen yani sahtesini imza gününde otel odasında bulur; ama ona bir şey yapmaz. Kimseye bir şey belli etmeden kürsüye çıkar tüm devlet adamları bu anı beklemektedir; ama kağıdı imzalamaz arkasından iş çeviren Tamir’i yakalattırır. Fakat aşık olduğu kız onu derinden etkilemiştir ve değiştirmiştir. Bu yüzden ülkesinin diktatörlükle değil, gerçek demokrasiyle yönetileceğini ve Wardiya’da seçimle iktidardaki kişinin seçileceğini söyler. Burada gerçek demokrasi derken günümüz siyasi yapısına iyi bir göndermede bulunmuş. Ülkesinde seçimler olduğu zaman ise yine Aladeen yüksek bir oyla başa geçer, tabi adil bir demokrasiyle değil.

Film; genel olarak ülkenin siyasi yapısına göndermede bulunmadan, daha çok bugünkü Ortadoğu-Amerika ilişkisini absürd ve komik bir şekilde anlatmıştır. Ünlü komedyenin can verdiği Diktatör’ü seveceksiniz.

Yazar: Murat Boncuk

8 Mayıs 2012

Seyfi Teoman Hayatını Kaybetti

35. doğum günü olan 16 Nisan’da geçirdiği motosiklet kazası sonrası beyin kanaması teşhisiyle Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yoğun bakıma alınan yeni Türkiye sinemasının gelecek vaat eden yönetmenlerinden Seyfi Teoman, yaşam mücadelesini kaybetti

Türk sinemasının ve sevenlerinin başı sağ olsun…