Sinema sanatı hareketli görüntü alfabesiyle yapılan bir sanattır. Diziler de öyle... Her ikisi de aynı alfabe ve aynı üretim ilişkilerini kullanır ama dünya yüzünde kimse TV dizilerinin sanat olduğunu pek iddia etmez. Çünkü TV dizileri genellikle sinema sanatının popüler bir yan ürünü olarak kabûl edilir. Paralel bir örnek roman sanatı ve "pembe roman" için de verilebilir. Fakat "sinema" ve "roman"ın bu paralelliği genel bir benzetmedir ve benzetmeyi yaratılık düzeyinde daha ileri götürmek yanıltıcı olabilir. Çünkü romanlar yaratıcıların kalem/kâğıt (veya bilgisayar) kullanarak tek başına ortaya çıkardıkları bir ürün/eserdir. Fakat sinema ve TV dizileri süreç içinde birçok yaratıcı, uzman ve teknisyen tarafından belli işbölümleri altında, üstelik birbirlerinin alanında da birlikte çalışarak ortaya çıkarılırlar.
Son bir yıl içinde 90 kadar (90 dakikalık!) sinema filmi ve haftada 40-70 kadar (90 dakikalık) TV dizisi bölümü çekildiği söyleniyor. Yani, kaba bir hesapla, TV kanallarında iki haftada sinema sektörünün bir yılda ürettiği kadar dramatik hareketli görüntü üretiliyor.
Maliyeti büyük birkaç sinema filmimiz dışında, sinemamızda üretim aslında oldukça kobileşmiş durumda. Üretilen filmlerin %90'ı küçük bütçeli ve gösterim imkânı bulamayan yapımlar. Elimizde net rakamlar olmasa bile, küçük bütçeli sinema filmlerinin, kabaca, 2-3 TV dizisi bölümünün maliyeti kadar olduğunu söyleyebiliriz. Yani sinema filmlerimiz ile TV dizilerinin ekonomik maliyet döngüsü arasında kabaca 20-25 kat fark var. İki sektör arasındaki bu orantısızlığın sinema sektörünü nasıl belirlediğine kısaca bakmakta yarar var.
Kadim sinemacılar anlatıyor. Bir zamanlar Yeşilçam'da, yapımcılar birlikte çalışmak için anlaştıkları çalışanlara, "Çıkmadan muhasebeye uğrayın ve işe başlama avansınızı alın" derlermiş. Şimdi herkes TV kanallarıyla taşeron olarak çalışan yapımcılardan şikâyet ediyor ama o zamanlar da yapımcılar Anadolu'daki film işletme zincirlerinin taşeronu olarak çalışırlardı. Ama gün oldu devran döndü. Sinemadaki egemen üretim tarzı artık senarist, yönetmen ve yapımcının aynı kişide toplandığı kobileşmiş bir üretim tarzı oldu. Bu sinemanın çoğunluğu şimdi, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın ulûfe gibi (gördüğü) dağıttığı destekleri alıp, üstüne borç-harç bir şey koyup, kendi yağlarıyla kavrulmaya çalışıyor.
TV kanallarına dizi yapan yapımcılar ise, her yıl, 30 tane fakülteden mezun, deneyimsiz insan kaynağının kapısında kuyruk olduğunu çok iyi biliyor. TV kanallarında çalışmak artık "bitmeyen bir stajyerlik". Yani stajyer olarak al, bedava çalıştır, bazılarına, "Seni beğendik. Birkaç ay daha çalışırsan seni burada kadroya alabiliriz" denerek, ama sonra "kadro açılmadı" diye kapının önüne konuyor. Bununla da bitmiyor. Artık, kapıdaki kuyrukta yeni adayların olduğunu bilen stajyerlere, "İstersen böyle devam et, belki kadro açılır" bile deniyor ve umut sömürüsü ve bitmeyen stajyerlik devam ediyor.
TV dizilerinde çalışmak ise "ucuzun da ucuzu var!" mantığıyla ilerliyor. Başlangıçta TV dizisi sektöründe de aslında eski Yeşilçam'ın adabı vardı. Fakat önce çalışanlara, kapıdaki kuyruk yüzünden, "Valla, istersen, yarım haftalıkla başla" dendi. Ama birkaç yıl sonra kuyruklar uzayınca yarım haftalık teklifi de kalktı ve "yayın başlayınca" denmeye başladı. Fakat kuyruklar daha da uzadı. Şimdi artık, "5-10 bölüm içerden başlarsan" deniyor. Tabii, bu arada kadim dil de bozuldu. Dil "lütfen muhasebeye uğrayın"dan "yerse!"ye dönüştü. İşsizlik ve orman düzeni içindeki rekabet koşullarında, sanki bulanık suyun "dip"i hiç yok.
- Valla paramız yok ama satınca verebiliriz.
- Valla kanal paramızı vermedi.
- Valla kanalın durumu kötüymüş.
- Valla battım, ne yapabilirim?
- Valla istersen mahkemeye de gidebilirsin tabii...
Durum bu olunca, Sinema Emekçileri Sendikası Hukuk Birimi'ne yığılan 40 dava "bitmeyen mahkemeler" sürecinin başında olduğumuzu gösteriyor.
Diziler batınca herkes "yandık" diyor. Ama bu sektör tutan diziler için de "ucuzun da ucuzu var" mantığını sürdürmeye devam ediyor. Dizi tutunca taşeron yapımcı bu kez çalışanlar listesini masasına koyup, "Bu diziden daha fazla ne kadar kazanabilirim acaba?" diye düşünmeye başlıyor. Önce, işe başlarken diş geçirmediği yaratıcılardan başlıyor. Örneğin sanat yönetmeni için, "ben bu adama her hafta neden bu kadar vereyim ki?" düşünmeye başlıyor. Hemen onu işten atıyor ve yerine asistanını terfi ettiriyor. Çürümenin sonu da olmadığı için, işten atma haberini vermeyi de asistana veriyor. Yıllarca çalışıp işi öğrenmesi gereken asistan, kısa sürede "sanat yönetmeni" olunca, üstelik günde 16-18 saat çalışırken kendisini yetiştirmeye de artık hiç vakit bulamıyor. Böylece bilgi birikimi ve deneyimin de bir anlamı kalmıyor. Dolayısıyla deneyimsiz, üstelik sonuna kadar tavizkâr bir ruh hali ortaya çıkıyor. Bu şartlarda sendika artık "taban fiyatı" bile saptayamaz duruma geliyor.
Dünyada sineması başarılı ülkelerde hâlâ en yaşlı gruplar sanat ve görüntü yönetmenleri gruplarıdır. TV dizisi sektörümüz sayesinde sinema çalışanları o kadar gençleşti ki. Acaba dünya yüzünde bize benzer bir ülke var mı?
Mathieu Kassovitz'in "Protesto" adlı filminde apartmanın üstünden ağır çekimde yere düşen bir genç şöyle diyordu: "Düşüyorum ama şimdilik işler yolunda!..."
Disk/Sinema Emekçileri Sendikası Yönetim Kurulu
0 yorum:
Yorum Gönder