14 Eylül 2008

Giovanni Scognamillo ile Sinema Üzerine


Siz son Levantenlerdensiniz. Artık Levanten kimliği kalmadı diyorsunuz?

Evet son Levantenlerden biriyim gerçi İstanbul’da da belli bir Levanten miktarı var İzmir’de de var. Son Levantenlerden biri olmak nasıl bir duygu merak ederseniz, biraz buruk bir duygu. Çünkü bir kuşak geçiyor. İstanbul’da ve özellikle Beyoğlu’nda ağırlığı olan Levantenler yavaş yavaş ortadan kalkıyor. Ortadan kalkıyor değil de yeni kuşaklar yurt dışını tercih ettikleri için artk bir son kuşak kalıyor. Levanten olmak nasıl bir şey diye sorabilirsiniz. Şimdi ben hiç bir zaman olumsuz bir açıdan almadım tamam kültür açısından bir doğu batı karışımıdır. Ama o karışımı bir entegrasyon içinde değerlendirirseniz muhakkak ki çok yararlıdır çünkü iki ayrı kültürden besleniyorsunuz. O iki ayrı kültürü bir karmaşa haline de getirebilirsiniz çok güzel bir uyum içinde kullanabilirsiniz. Sanırım ben kendimi övmemek şartıyla 2.sini yaptım.


Siz aynı zamanda levanten kimliği ile Türkçe yazı yazmış olmaktan gurur duyan birisiniz.

Şimdi Levantenlik bir yana ben bir İtalyanım. İtalyan ruhu olan bir kişiyim. Bir Avrupa Birliği vatandaşıyım. Ben bu ülkede doğduğum yaşadığım bir faliyet gösterdiğim için tabiki bir yazar olarak benim ilk ve tek hedefim bu ülkenin okurlarıydı başka şekilde düşünemedim. Daha önce Levanten yazarlar oldu bir kuşak öncesinde, fakat bunlar hep fransızca yazdılar ve italyanca yazdılar. ben herzaman buna karşı çıktım. ve bunu uyguladım.


Levantenler bir azınlıktı, ve çeşitli sebeplerden azınlıkların İstanbul’u terk etmeleri İstanbul’un kozmopolit yapısını neredeyse kaybetti diyebilir miyiz? Yoksa yeni bir yapılaşmadan söz etmek mümkün mü?

Tabi ki İstanbul, özellikle Beyoğlu, eskisi kadar kozmopolit değil. Gene bir mozaik var ama o mozaik çeşitli ülkelerden kaynaklanmıyor, o mozaik türkiyenin mozaiğidir İstanbul’da merkezleşen. En azından o kozmolit zümre ortadan kayboldu ya da çok çok azaldı. Tabi ki hem kültürel hem toplumsal panaroma bundan etkileniyor ve değişiyor. Ama İstanbul’un Beyoğlu’nun değişmesi yalnızca Türkiye’de görülen bir olay değil. Bugün Paris’e de giderseniz, Roma’ya da oralar da değişti. Êskiden Roma’da bir zenci mahallesi yoktu. Londra’da bir Hint mahallesi yoktu, şimdi var. Bu galiba globalizmin getirdiği bir çeşitliliktir olumlu ya da olumsuz.


Kültür sanat hayatını nasıl etkiledi bu kozmopolitliğin farklılaşması?

Etkiledi tabii çünkü ağırlık tamamen batı kültüründe değil de daha çok ulusal. o tabi ayrı bir mozaik oluştrdu. Onun da değerleri var.


Sinemada etkileri nasıl bu farklılaşmanın?

Eskiden daha çok Beyoğlu’nun müşterisi Levantenlerden oluşuyordu, azınlıklardan, filmler yüzde 98 Amerikan filmi değildi. diğer ülkelerden de filmler geliyordu, Fransa’dan, İtalya’dan, İspanya’dan. Bugün o çeşitliliği görebilmek için ancak festivallere gitmek lazım. O yüzden sinema zevki açısından bir engel teşkil ediyor Amerikan sinemasının ağır basması.


Siz gerçek sinema arıyorum diyorsunuz, ve bugünkü çoğu filmi teknik cambazlık olarak nitelendiriyorsunuz. Siz sinemada ne arıyorsunuz?

Sinemada eksik olan yabancı sinema için, Avrupa sinemasını yana koyalım, ama Amerikan ve Türk sineması için bunu söyleyebiliriz, bir duygu eksikliği var. Kriter eksik. Tabi sinema en teknik sanattır, ancak artık Holloywood’dan çıkan ürünler, dikkat ediniz ürün diyorum, sanat değil, bunlar teknolojik ürünlerdir. Kamera ve kurgu cambazlığı öne çıkıyor. Karakterler gerçekçiliklerini kaybediyorlar. Formül üzerinde kurulan senaryolar çekiliyor. Ve tüm bunlar bence sinema sanatını zedeliyor.


Son zamanlarda gerek Nuri Bilge Ceylan, gerek Semih Kaplanoğlu gibi Türk sinemacıları öne çıkmaya başladı. Sizce Türk sinemasında bir gelişme, hareketlilik söz konusu olabilir mi?

Tabii Türk sinemasında bir hareketlenme var. Fakat henüz bir düzen yok. Çünkü Yeşilçam henüz bir endüstri olamadı. Ya da bir endüstri olmak istedi ama temelleri sağlam değildi onun için olağanüstü şekilde yıkıldı birden. Seksenlerde krizin başladığında ise biraz daha psikolojik bir sinema yapılmaya özen gösterildi. Bugünse bir arayış var. Genç yönetmenlerde bir taraftan gerçek bir sinema, daha duyarlı bir sinema, ulusal bir sinema yapmak isteyenler var. Öte tarafında sadece ve sadece gişeye oynayanlar var. Bu da doğal. Bunu engelleyemezsiniz. Dünyanın her yerinde ticari sinema var, sanat sineması var. Biri diğerini destekler gibi ama en azından ulusal bir sinemanın panaroması içinde ikisinin de bulunması şart. Ancak sorulacak başka bir soru var. Sinema, bir ülke sineması o ülkenin aynasıdır. Türkiye’de bugün yapılan sinema bugünün Türkiye’sini ne kadar yansıtıyor? Bunu sormak gerekiyor.


Bu sorunun cevabı sizce nedir?

Yeteri kadar yansıtmıyor. Çünkü yeteri kadar yansıtabilmesi için siyasal sinemaya ağırlık vermeli. Çünkü siyasal olmayan bir ulusal sinemanın ne denli ulusal olabildiği bir soru işaretidir.


Avrupa’da siyasal sinemayı yeteri kadar ön saflarda görüyor muyuz?

Amerikan sinemasında değil. Ama Avrupa’da ön planda tabii. Bu sinemanın başlıca görevlerinden biridir. Kendi ülkesini anlatmak.


Yeşilçam’a geri dönelim, yıkımına sebebiyet veren şey neydi?

Yeşilçam’da eksik olan, endüstri olamamasıydı. Bir düzen kurulmuştu, bir yapı vardı, bir dağıtım ve bir gösterim ağı vardı. Onlar 3 önemli temel. Ama bu temeller sağlam değildi. Sermaye akışı sürekli değildi. Bir yerden sonra Türk sineması enflasyondan kaçtı. Yani 300 filme kadar çıktık ki sadece kendi pazarından beslenen bir sinema bu kadar filmi kaldıramaz. Anadolu sinemasında birinci gösterilen filmler ikişer ikişer oynatılıyordu. Enflasyonun ne denli zararlı olduğu ortada hem ekonomide hem de Yeşilçam örneği ile sinemada.


Kitabınızda Türk sinemasının erkek eksenli bir sinema olduğundan ve feminist olduğu iddia edilen filmlerin, örneğin Atıf Yılmaz filmlerinin bile aslında erkek perspektifinden anlatıldığını söylüyorsunuz. Açıklar mısınız?

İlk yaratılan nedir? Erkek. Kadın nereden çıkıyor yaratıldığında? Erkekten. Bu ne demektir? Hakim olan, daima erkektir. O açıdan gerçek bir feminist sinema arıyorsak o sinemanın kadın yönetmen tarafından yapılması gerekiyor diyorum ben. O, tabii yapılmadı. Bir de yalnızca Atıf Yılmaz üzerinde durmak istemiyorum çünkü kadın sorununu başka yönetmenler de ele aldı. Ama tabii yaklaşım bir erkek yaklaşımıdır. O yüzden Türk sinemasında kadın düşünüldüğünde benim sorduğum soru: hangi Türk kadını? Çünkü Anadolu kadını ile kent kadını arasında korkunç fark var. Sinemanın daha çok yaklaştığı bir kent kadınıdır. Ama kent kadını bir örnektir. Tüme örnek değil. Ve de bir çok filmde kahraman olan kent kadını zaten bağımsız bir kadındır. Zaten kendi ayakları üzerinde duran bir kadındır. Bunlar Türkiye’nin genelinde azınlık teşkil ediyor ve o açıdan Türkiye’nin genelinde çizilen portre inandırıcı olmuyor.


“Selvi Boylum Al Yazmalım” örneği bir istisna sayılamaz mı?

Ama “Selvi Boylum Al Yazmalım”lar roman uyarlamalarıdır. Bir de daha önce bahsettiğim duygu eksikliği, işte bu filmlerde o duygu vardı.


Yeşilçam döneminde çalıştığınız, değerli bulduğunuz oyunculardan biraz bahseder misiniz? Kimler o dönemi temsil ediyor sizce? Gelecek nesil kimleri okumalı, izlemeli?

Yeşilçam sineması 50’lerden itibaren bir yıldız sineması oldu. Yıldızcılığı önce İtalyan sonra Amerikan sineması yarattı. Yeşilçam sineması da temelde daima Amerikan sinemasının etkisi altında kaldığından o yıldızcılık sistemini yürüttü. Bol yıldızlarımız oldu ama yıldız ille de çok iyi oyuncu olmak zorunda değil. Yıldız oyuncu karizması ile, yakışıklılığı, güzelliği ile vs ile kalabalıkları toplayan oyuncu. Yeşilçam da kendi yıldız oyuncusunu yarattı. Bunların arasında üzerinde durulacak oyuncu olarak ben devamlı olarak iki isim üzerinde duruyorum. Biri kral Şener Şen, biri de çirkin kral Yılmaz Güney. Kadın oyuncular ne oluyor diyeceksiniz? Onlar da var tabii. Türkan Şoray, Fatma Girik ve Hülya Koçyiğit. Bu üçü dönemi temsil eden oyunculardır benim için.


Son yıllarda Yılmaz Güney’in filmleri üzerindeki sansür kalkmaya başladı, artık Yılmaz Güney’in filmlerini izleyebiliyoruz, bu sinemada da daha demokratik bir dönemin sembolü olabilir mi?

Olabilir, çünkü bunu da kabul etmek gerekiyor sansürün baskısı eskisi kadar ağır değil. Ama tabii siyasal sinemaya döndüğümüzde siyasal sinema örneklerine sahiden acıyan yaralar üzerine parmak basarsan sansür kurulu ne tepki verir o zaman gerçek durumu görebiliriz.


Sizin ayrıca korkuya, fantastiğe ve paranormale karşı, ve özellikle de korku filmlerine ilginiz var. Peki korku filmlerinin Türk sinemasında nasıl yer aldılar?

Yeşilçam sinemasına baktığımızda korku sinemasının bir yeri olmadı. Denemeler oldu az sayıda. Sanki Yeşilçam sineması korkudan korktu gibi. Daha doğrusu Yeşilçam sineması temelde ticari olduğu için belirli türlere dayanıyordu ve o türlere film veriyordu. Başta melodram ve güldürü olmak üzere. Buna rağmen diğer türler de girdi, çocuk filmi girdi. Çocuk filmi değil de bir çocuk oyuncunun oynadığı filmler diyelim. Ama korku azınlıkta kaldı. Yeşilçam döneminde 3 tane korku var. Biri “Drakula İstanbul’da”, ikincisi “Ölüler Konuşmaz ki”, tam bir felaket hatta film demek zor, ve de “Şeytan” filmi. Şeytan’ın da ne denli başarılı bir uyarlama olduğu tartışılır. Bugün korkuya yeniden ilgi gösterilmeye başlandı. “Okul” filmi iyi bir hasılat elde ettiği için örnek oldu. Ama yine de tür olarak henüz oturmadı. İleride başka korku filmleri yapılır mı yapılmaz mı, o box office’in sonuçlarına bağlı bir şeydir.


Kitabınızda bahsedilen sinemada ‘öz eksikliği’ korku filmlerine de yansıyor yani...

Dehşet sineması ayrı bir olay. Gore sineması ayrı, korku apayrı. İnsanları kesmekle bir dehşet havası yaratır ama o korku değil. O yüzden son dönem korku sineması bana yapay geliyor.

ARZU SAK
NTV

0 yorum: