3:10 to Yuma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
3:10 to Yuma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Şubat 2008

Oscar’a Doğru…

24 Şubat gecesindeki 2008 Oscar Töreni yaklaştıkça heyecan ve merak da artıyor… 80. Akademi Ödülleri için adayları değerlendirmeye başlamadan önce, Oscar’da şimdiye kadar neler olup bitmiş bazı veriler ve istatistiklerle göz atalım…

Öncelikle son 5 yılın Oscar alan filmlerine bakalım:

2003 – En iyi film dahil olmak üzere 6 dalda Oscar’a, ayrıca 3 Altın Küre ve bir de BAFTA ödülüne layık görülen “Chicago

2004 – Deyim yerindeyse fantastik dünyada yeni bir kapı açan Peter Jackson’un Yüzüklerin Efendisi serisinin son filmi “Kralın Dönüşü” en iyi film dahil olmak üzere 11 dalda Oscar alarak, Ben-Hur ve Titanic ile birlikte rekora ortak oldu.

2005 – Garsonluktan boksörlüğe uzanan hikayesiyle Hilary Swank’ın canlandırdığı Maggie, ve tabi ki Clint Eastwood’un başarısı “Million Dollar Baby

2006 – Los Angeles’ta birbirini tanımayan insanların otuz altı saatte birbiriyle nasıl tanıştıklarını konu alan “Crash” aynı zamanda en iyi orijinal senaryo Oscar’ının da sahibi olmuştu.

2007 – ve 1929’dan bu yana süre gelen Oscar Törenleri’nde son Oscar Ödülü’nü alan film “The Departed (Köstebek)” 79. Oscar Akademi Ödülleri Töreni’nden tam 4 ödülle ayrılmıştı…

Bilgilerimizi tazeleyecek verilerle devam edelim: Son 5 yılın;

En İyi Yönetmen Oscarları:

2003 – Roman Polanski (The Pianist)

2004- Peter Jackson (Kralın Dönüşü)

2005- Clint Eastwood (Million Dollar Baby)

2006- Ang Lee (Capote)

2007 – Martin Scorsese (Köstebek)

En İyi Kadın ve Erkek Oyuncu Oscarları:

2003 – Nicole Kidman (The Hours), Adrien Brody (The Pianist)

2004 – Charlize Theron (Monster), Sean Penn (Mystic River)

2005 – Hilary Swank (Million Dolar Baby), Jamie Foxx (Ray)

2006 – Reese Witherspoon (Walk The Line), Philip Seymour Hoffman (Capote)

2007 – Helen Mirren (The Quenn), Forest Whitaker (The Last King of Scotland)

Şimdi de Oscar tarihindeki istatistiklere göz atalım;

14 Dalda Aday Gösterilmiş Filmler:

- All About Eve (1950), 6 dalda ödül kazanmış.

- Titanic (1997), 11 dalda ödül kazanmış.

13 Dalda Aday Gösterilmiş Filmler:

- Gone with the Wind (1939), 8 dalda ödül

- From Here to Eternity (1953), 8 dalda ödül

- Mary Poppins (1964), 5 dalda ödül

- Who’s Afraid of Virginia Woolf? (1966), 5 dalda ödül

- Forrest Gump (1994), 6 dalda ödül

- Shakespeare in Love (1998), 7 dalda ödül

- The Fallowship of the Ring (2001), 4 dalda ödül

- Chicago (2002), 6 dalda ödül

11 Dalda Ödül Almış Filmler:

- Ben-Hur (1959), 12 dalda aday

- Titanic (1997), 14 dalda aday

- The Return of the King (2003), 11 dalda aday

10 Dalda Ödül Almış Filmler:

- West Side Story (1961), 11 dalda aday

9 Dalda Ödül Almış Filmler:

- Gigi (1958), 9 dalda aday

- The Last Emperor (1987), 9 dalda aday

- The English Patient (1996), 12 dalda aday

En Fazla Aday Gösterilen Oyuncular:

- Merly Streep, 13 dalda aday - 2 ödül

- Katharine Hepburn, 12 dalda aday - 4 ödül

- Jack Nicholson, 12 dalda aday – 3 ödül

- Bette Davis, 10 dalda aday – 2 ödül

- Laurence Oliver, 10 dalda aday – 1 ödül


İstatistikleri istemediğimiz kadar uzatmak mümkün, ancak bu kadarı yeterli diye düşünüyorum. Oscar’ın yakın tarihine baktığımızda, ne yazık ki görmek isteyip de göremediğimiz ya da görmemek isteyip de gördüğümüz pek çok film mevcut… Bu konu ayrıca bir tartışma mevzusu olacağı için ayrıntıya girmiyorum.


Gel gelelim 80. Akademi Ödülleri’ne… Bildiğiniz üzere Ocak ayının son haftasında Los Angeles’taki törenle toplam 24 dalda verilecek ödüller için adaylar, Film Sanat ve Bilimler Akademisi’nin 5800 üyesinin oylarıyla belirlendi.

Californialı bir petrolcüyü konu alan “There Will Be Blood” ve unutulmaz Coen Kardeşler’in filmi “No Country For Old Men” sekizer dalda Oscar’a aday olurken, Altın Küre ve BAFTA ödüllerinde iyi bir performans gösteren “Atonement” ile “Michael Clayton” ise yedişer dalda aday gösterildiler. Ayrıca en iyi yönetmen dalında ise aynı beşliden tek bir fark vardı, Atonement yerine Julian Schnabel’in etkileyici Fransızca dram ve biyografi filmi “The Diving Bell and the Butterfly” aldı.

Şimdi Oscar adaylarını değerlendirirken, basın ve anketlere dayalı gözlemlerimi ve ayrıca kendi düşüncelerimi yazacağım…

İçlerinden birkaç film hariç, Oscar’a aday olma hakları bile tartışılacak beş adet film… Aday olmalarını burada tartışmak yerine, adayları değerlendirelim. Son Altın Küre ve BAFTA ödüllerinde başarılı bir çıkış yakalayan “Atonement”, sadece Altın Küre ile yetinmek istemiyor. Zaten Oscarlık filmlere genel olarak baktığımızda drama öğelerini yeterince fazla barındıran filmler olduğu görülür. Yani Akademi’nin gözüne girmek için yüksek bütçeli filmlere gerek yoktur, bu filmler her ne kadar sinefiller tarafından yüksek notlar alsa bile, Akademi üyelerinin ilgisini çekmeyebilir. O açıdan Kefaret Akademi üyelerini etkilemiş görülüyor. Zaten adaylar arasında biz kamuoyundan da geçer not alan filmler arasında Kefaret. Geçer not alan bir diğer film ise “There Will Be Blood” hiç şüphesiz. Şimdiden IMDb listelerinin üst sıralarını karıştıran bir film. Yeni nesil Citizen Kane olarak görülen film, IMDb Top 250 listesinde Citizen Kane’i bile geride bırakarak 21. sıraya yerleşti ve bu son yıllarda görülen en önemli hareketlerden biriydi. Coen Kardeşler Fargo’dan bu yana içeriği değil ama kendilerini geliştirmişe benziyorlar. Aynı şekilde yine bir çanta paranın ardından koşacağımız “No Country for Old Men” Top 250’de 34. sırayı yerleşse bile taraflar ve benim kanaâtime göre de Oscar heykelciğine sahip olacak gibi görünmüyor… 7 dalda Oscar’a aday olan “Michael Clayton” en iyi film haricindeki diğer 6 dal için dua etmeye başlasa iyi olur. En zayıf halka olarak gördüğüm “Juno” ise bu dalda Oscar’a aday gösterilerek ödülünü aldı bile…

Şüphesiz En İyi Yönetmen Oscarı, en merakla beklenen ödül çünkü Akademi’nin kamuoyunu -eskilerde de olduğu gibi- şaşırtacağını düşünüyorum. Pek çok kesim “Paul Tomas Anderson” ile “Coen Kardeşler” arasında kararsızlığını sürdürse de Oscar, Kelebek ve Dalgıç performansıyla “Julian Scnabel”e gidecek gibi görünüyor. Benim düşüncem Coen Kardeşler’i destekliyor…

Beş tane birbirinden yetenekli En İyi Erkek Oyuncu Oscar Adayları… Hiç şüphesiz her biri ayrı ayrı Oscar’ı hak ediyor. Hollywood tarihinin belki de en başarılı oyuncularından biri “Tommy Lee Jones” ve ayrıca Eastern Promises’ta iyi bir performans gösteren “Viggo Mortensen” ne yazık ki bu yıl Oscar’a uzak görülüyorlar. Kamuoyundaki duruşuyla Akademi’nin antipatisini kazanan “George Clooney” ise bu sebepten dolayı ödüle uzak. Geriye kalan iki isimden “Johnny Depp” her ne kadar sevilen ve sempatik bir oyuncu olsa da bu yıl ödülü “Daniel Day-Lewis”e kaptıracak gibi gözüküyor.

En İyi Kadın Oyuncu kategorisine baktığımızda, yine çekişmeli bir durum söz konusu. Ancak “Ellen Page” için Oscar erken görülürken, “Laura Linney” içinse şansın düşük olduğu açık. Oscarlı oyuncu “Julie Christie” alzheimer hastası bir kadın rolüyle performansı göz doldururken, Edith Piaf biyografisi ile “Marion Cotillard” Oscar’ı alarak bizleri şaşırtabilir. Oscar’ın en büyük favorilerinden “Cate Blanchett” aynı yıl iki dalda Oscar’a aday olarak başarısını ortaya koydu zaten.

En İyi Özgün Senaryo için, genç bir kızın beklenmedik hamileliği ve bebeği için yaptığı planları konu alan “Juno” Oscar’a en yakın aday. Fakat en iyi film dalında da aday diğer film olan “Michael Clayton” ve senenin bağımsız filmlerinden “Lars and the Real Girl”ü de es geçmemek gerekiyor.

Her ne kadar En İyi Yardımcı Erkek Adayları arasında “Casey Affleck” bulunsa da, ödül hiç şüphesiz “Javier Bardem”e gidecek…

Belki de en belirsiz kategori En İyi Kadın Oyuncu Ödülü… Akademi belki de iki dalda aday olan “Cate Blanchett”e en azından bu ödüle layık görebilir ya da Gone Baby Gone performansıyla “Amy Ryan” Oscar’a en yakın isim.

Takva’yı da adaylar arasında görmek istediğimiz, Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ını Yahudi-Nazi konusunu işleyen “The Counterfeiters” kazanacak gibi. Ancak bir Kazak filmi olan “Mongol” bu ödülü alsa fena olmazdı…

Adaylar açıklandığında tepkisiz kalamadığım bir kategori En İyi Animasyon Oscar’ı… Amerika’nın Springfield kasabalarından birinde geçen ancak tüm Amerika’yı ve Dünya’yı ilgilendiren konularıyla belki de Dünya’nın en ünlü ailesi haline gelmiş bir dizinin filmi ‘The Simpsons Movie’. Ne yazık ki Akademi Simpsonlar’ı sadece eğlence faktörü olarak görmüş olmalı ki Oscar’a layık görmedi. Fakat Matt Groening’e yapılan bir haksızlık olarak görüyorum bunu… İlginç ve gerekli içeriği ile “Perspepolis” Oscar’ı hak ediyor; ancak Akademi Pixar’a oyunu verecektir ve “Ratatoluille” ipi göğüsleyecektir.

Diğer kategorilerdeki dikkat çeken filmlere de göz atalım… En İyi Orijinal Film Müziği Ödülü “Once”a gidebilir. En İyi Kostüm kategorisinde “Karayip Korsanları: Dünya’nın Sonu” olmaması, ödülü “Sweeney Todd”un alması anlamına geliyor. Aynı şekilde, En İyi Makyaj’da da “Sweeney Todd”un bulunmaması, ödülü “Karayip Korsanları: Dünya’nın Sonu”na kazandıracaktır. Bu yıl çok beğendiğim bir film olan “3:10 to Yuma” umarım en azından aday olduğu En İyi Müzik Ödülü’nü kazanır. En İyi Görsel Efekt’te de iki film kapışıyor. Milyon dolarlık bütçesiyle “Altın Pusula” Oscar’ı “Karayip Korsanları: Dünya’nın Sonu”na kaptırmayacaktır. Bu sefer Amerika’daki sağlık sorununu ele alan Michael Moore “Sicko”su ile En İyi Belgesel Oscarı’na yakın…

Geçmişten günümüze ve önümüzdeki Oscar’dan notlar bu kadar. Umarım Oscar heykelciklerine hak eden filmler ve isimler sahip olur. Oscar Ödülleri’nin en önemli amacının, Oscar’a sahip olmak isteyen yönetmen ve oyuncuların her geçen sene daha çok çaba göstererek daha kaliteli yapımlarla Dünya sinema sektörünü geliştirmeleri olarak görüyorum…

11 Kasım 2007

Kişiliklerinin Ağırlığında İki Adam ve Binilecek Bir Tren…


Frankie Lane’in “3:10 to Yuma” adlı parçası ile akar tüm jenerik, kamera yerden yükselirken posta arabasını görürüz. Yazılar akmaktadır. Sonra sığır sürüsü ile yolu kapanınca mecburen duran arabadan Ben Wade ve çetesine kayar kamera. Wade hemen sadede girer, paraları alırken rehin alınan kendi adamı ile rehin alan adamı seri bir şekilde vurur. Öldürdüğü adama da sahip çıkar, adını ve yaşadığı yeri sorar… Yaşadığı yere götürün der ve ekler; “Bir adam yaşadığı yerde gömülmeli” Kendi adamı içinse kural basittir. Vurmasak bizi tehklikeye atacaktı. Hemen ardından sığırlarının peşinden iki oğlu ile gelen Dan Evans’ı görürüz. Yıl 1957’dir, filmimiz soygun sahnesi ile açılmıştır.

Yıl 2007…Gerilimli bir müzikle jenerik akar, Dan Evans’ın evindeyizdir. İki oğlundan büyük olanı yaktığı kibritin ışığında macera kitaplarına bakar, hemen ardından Alice’i görürüz. Sese uyanmıştır. Kalkıp bakar, Dan elinde silah pürdikkat beklemektedir. Sese doğru dışarı fırlar, Alice’in dediği gibi rüzgar değildir, Hollander’ın adamları borcunu ödemesi için ahırını yakmıştır. Koşarken düştüğü anda sol ayağının dizden aşağısının olmadığını görürüz. Büyük oğlu William yangından birşeyler kurtarmak isterken geçen diyaloglarla ailenin çaresizliğine şahit oluruz ve William’ın asi delikanlı olduğuna. Günün sabahında sorunlar devam etmektedir. Kamera Ben Wade’ın bakışındadır bu kez. Bir kuşun resmini yapmaktadır. Prens Charlie yaklaşmakta olan arabayı haber verir. Wade yaptığı resmi kuşun olduğu dala asar. Bu kez soyguna daha ayrıntılı şekilde şahit oluruz. Arka planda iki karakterin karşılaşmasının gerilimi de mevcuttur bu kez. Soygun pek kolay olmaz. Altınların yerini de banknotlar almıştır. Wade rehin sahnesinde bu kez daha hızlı silah çeker, diğer adamı hiç umursamaz, kendi adamına ise can çekişirken “Bizi tehlikeye atmanın cezası işte budur” der.

50 yıl ara ile çekilen 2 filmin temel farklılıkları daha başlangıcından bellidir… 57 yapımında kötü hakkında da iyi hakkında da pek net birşeyler bilmeyiz. 2007 yapımında ise daha başlangıcından ikisi hakkında da bilgilendirilmişizdir.

Ben Wade’in kasabanın barında yakalanmasına kadar belirgin bir fark olmasa da, belki de Russel Crowe farkı ile sessiz, fazla özellikleri olmayan Wade gitmiş, resim yapan, incil okumuş hırslı bir adam gelmiştir. Wade yakalanışından itibaren saldırganlığını korur, hatta bazen arttırır.

O ünlü yanıltma sahnesinden sonra 2 film arasındaki bağ tamamen değişir. Wade’i 3:10’a kalkacak Yuma trenine sağsalim bindirmek üzere gönüllü olan Evans’ın sebepleri aynı olsa da içinde bulunduğu durum daha iyi işlenmiştir bu kez. Oğullarının gurur duyduğu babadır.

İlk filmde hiçbir ağırlığı olmayan oğul William bu kez babasının peşinden giderek olayların tamda içindedir. Belayı savuşturmak için mücadele eden baba-oğul figürü filmde yerini almıştır. Asi evlat William babası gibi inatçı ve savaşçıdır.

İlk filmde sapasağlam gördüğümüz Dan, bu kez savaş gazisidir. Sıkı nişancılığının sebebi gün ışığına çıkmıştır böylece.

57 tarihli filmde; aldatmaca sonrası Dan, Butterfield ve kasabanın sarhoşu Alex, Wade’e eşlik ederek yola çıkmaları ile Contention City’e varmaları bir olur. Filmin ana gerilimi ve özelliği de burdadır. Otelde “balayı” suitinde treni beklerken yaşanan gerilim filmin ana çatısıdır. Wade’i filmin başında vurduğu iki adam dışında elinde silahla bile görmeyiz. Ner kadar kötü bir olduğuna film boyunca sadece dolaylı anlatımlarla şahit oluruz. Otel Odasında bek-lerlerken kendisini bırakması için para teklifini, ortaklık teklifine kadar yükseltir Wade. İncille ilgisi yoktur, resim çizmez ama kurtulacağından emindir. Otel odasından istasyona gidiş öncesi, Alice kocasının peşinden gelir. Dönemin sürekli vurgulanan ailenin önemi vurgulanmıştır yine. Dan karısına umut verir.

Otelden istasyona kadar olan yol çok zor ve silahlar altında geçilir ama Wade son anda taraf değiştirir ve ikili trene biner. Tren ilerlerken sürekli vurgu yapılan kuraklık sona ermiş, yağmur başlamıştır. Yol kenarında bekleyen Alice, kocasını sağsalim görür. Herşey yoluna girmiştir. The End yazısının vakti gelmiştir.

Gelelim 2007 versiyonuna, aldatmaca sonrası yola çıkan kadro bu kez değişmiştir. Kasaba sarhoşu yerine pısırık veteriner Potter, ödül avcısı Byron ve Hollander yerini almıştır. İlk filmin aksine hemen kasabaya varmazlar. Bunun için tehlike ve yapılması gereken bir kamp vardır. Yapılacak olan demiryolları da fona eklenmiştir. Kamp sırasında Wade ve Evans’ı daha yakından tanırız. Wade saf kötü olmaya devam ederken Evans ekibin en güvenilir kişisi ve kahramanıdır. Tüm maceradan sonra varılan kasabada otel odasında bekleme süreci daha sancılıdır. Daha çok silah patlar. Ama en önemli fark, hem Wade’in, hem de Evans’ın onca gerilimin arasında birbirlerine anlattıkları sırlardır.

Evans’ın görevi sadece Wade’i trene bindirmektir. Bu seçim filmin finalini de büyük ölçüde değiştirir.

Tüm bunları ışığında iki filmi karşılaştırırsak, Imdb kullanıcılarından 7.7 gibi yüksek bir oy ortalamasını alan bir filmi 50 yıl sonra yeniden çevirmek gibi zorlu bir yükün altına giren yönetmen James Mangold, bu yükün altından başarıyla kalkmış.

Yönetmenlik kariyerine çok iyi bir “ilk” film olan, çağdaş güzel ve çirkin öyküsü “Heavy” ile başlayan Mangold, ödüllerle karşılanmıştı. Yıldızlarla dolu kadrosu ile dikkat çeken ama beklentileri karşılayamayan “Copland”in ardından “Girl Interrupted” ile merkeze aldığı iki karakterini derinlemesine işlemiş, sorunlu kız “Lisa” rolüyle Angelina Jolie’nin oscar adlığı çıkışı gerçekleşmişti. Yine çağdaş aşk masalı “Kate & Leopold” sonrası “Identity” ile çok parçalı bulmacayı, ustalıkla kotardığı atmosferinde yardımı ile uygulamıştı. Ünlü müzisyen Johnny Cash’in yaşamını anlatan “Walk the Line”da da merkeze aldığı iki karakterini derinlemesine işleyip, oyuncularından yüksek performanslar almıştı. İki oyuncunun da oscar adayı olması ve Reese Witherspoon’un oscar alması pek şaşırtıcı olmadı.

James Mangold 3:10 to Yuma’da da merkeze aldığı iki karakterini derinlemesine işliyor. Film boyunca Wade olmakta, Evans olmakta zorlaşıyor. Crowe ve Bale’in mükemmel performansları ile kimliklerinin verdiği yükü taşımakta zorlanan iki adam haline geliyor.

Bir klasiği yeniden çevirmek söz konusu olduğunda, ana hikayeye eklemeler ve karakterleri derinleştirme tercihini kullanan Mangold; bir klasiği, daha da yükseğe asıyor…


Serkan Murat KIRIKCI