31 Ağustos 2007

Bir "Otel 2" Filmi Kritiğine Eleştiri Yazım...


Ne yazık ki kritiği burada yayınlama iznim olmadığı için sadece kritiğin bulunduğu linki veriyorum.
http://www.sinemalar.com/yazi/81/Otel-2-Roth-a-Emanet/

Eleştirim:

vizyona yeni girmiş bir filme erken gelen bu kritiğe şunları yazayım.. öncelikle başlık konusunda daha titiz davranmalıyız ki önemli bir yönetmene “ota” gibisinden gönderme yapmamalıyız bence…oyuncuların performansları "fevkalade" değildi ki fevkalade olsaydı bu kadar vasat bir çalışma olmazdı. senaryoyu çok insancıl duygularla düşünüp ne kadar berbat bir eğlence uğruna falan demişsin oysaki filmin amacı insancıl olmak değil sadist duygular barındırmak, her filmin kendine göre amacı vardır mesela bir dracula filminde kan emen vampirler hakkında bu kadar kişisel düşünüp senaryo berbat diyemezsin çünkü film vampir konusudur keza otel'de de konu sadistliktir. slovakya'nın turizm konusuna gelince ise bence o yörede nasıl bir film değil, eleştirilse bile bir tarantino filmi çekildiği için turizm açısından olumlu olacaktır. kesilen sahneler var demişsin keşke onları da belirtseydin keza senaryodaki kopukluklar ve kesilen cinsel organ için "mide bulandırıcılığa, şükür ki, Roth ve ekibi fazla süre ayırmamış" demen, bu kesilen sahnelerden kaynaklanıyor. çünkü senaryoda hızlı geçişler oldu mesela o küçük çocuğu silahla öldürme sahnesi kesildi ve adeta film koptu orda. ayrıca kesilen cinsel organ sahnesi bu kadar kısa değildi ve kadın organı alıp köpeğin önüne attı keza bu sahne de çıkarıldı. bir şey daha "Lolipop filminde erkeklik organı kesiliyordu. Lolipoptaki sahnenin benzeriyle burada da karşılaşıyoruz." demişsin, oysaki o filmde söz konusu organ testislerdir ve hatta kız çocuğa soruyor ilk testisi sen seç diye ve ikisini de alıyor fakat çocuk buzun ve alkolün etkisi geçince bakıyor ki testisler yerinde!.. filmdeki küfür konusuna gelince film zaten 18 yaş ve üzeri ve o filmi izlemeye gelenler filmin nasıl bir şey olduğunu ve filmin konusunun gerektirdiği gibi küfürler olacağını tahmin ettiklerinden pek rahatsız edici bir olay değil. Fakat senin böyle düşünmene doğal karşılıyorum neyse şimdi senin kimlik bilgilerine girmek istemiyorum burada. Küçük bir detay vereyim, filmde k.ltak, hus.y olarak değil, “bit.h” olarak geçiyor. bir de tavsiye vermek isterim mücahit sana, yazılarını okurken bazen anlamını bilmediğimiz kelimelerle karşılaşıyoruz, onların başına yıldız koysan da en altta dipnot şeklinde bize açıklasan anlamlarını daha iyi olur bence. Evet film tarantino etiketi taşısa bile vasat idi.. bunun dışında ellerine sağlık mücahit…bu arada artık bu kritiklerin sonuna “hayalciye” veya şuna buna diye göndermeler yapmak moda oldu sanırım. Oysaki kritikler herkes için yazılmaz mı?

NOT: Bu eleştiri yazım kritiğin yayınlandığı sitede bilinçsiz kişiler tarafından aşırı tepki aldığı için yayından kaldırılmıştır.

27 Ağustos 2007

DİKENLİ İNCİ

Şeffaf karanlığın ardından seslenen ay

Say beni sana eşlik eden bulutlardan biri

Al yüreğimi acıtan dikenli inci tanelerini

Bir hiçken sebeplerin ruhumda siyah izleri

Işığına kendi yolunca yönelt beni

Sal denizden gece bitmeden içimdeki sesleri

Fırlat derinlere kimsesiz bir taş gibi

Kopup gitsin artık koydan bu ruhun semeri

Siyahın umuda sarıldığı bir sabah gibi

Bitir kalbimin bu diyardaki ebediyetini

Boğulsun dalgalarda ruhumun kadife renkli çiçeği


H. YASEMEN GÜV
EN



NOT: Şairimizin bu şiiri, Badem Grubu vokalistlerinden Barış BAHÇECİ tarafından bestelenmiştir.

23 Ağustos 2007

“Harry Potter ve Ölüm Yadigarları” 9 Ekim’de Türkiye’de


J. K. Rowling'in yazdığı Harry Potter serisinin yedinci ve son kitabı olan “Harry Potter and Deathly Hallows” İngiltere'den Çin'e dünyanın dört bir yanındaki kitabevlerinde raflardaki yerini aldı bile. 21 Temmuz tarihinde yayınlanan serinin son kitabı, İngiltere baskısında 608 sayfa, Amerikan baskısında 759 sayfa olarak basıldı. Bir ay boyunca en çok satanlarsinde kaldı.Kitap ilk 24 saatte ise 11 milyon sattı. Oysa Harry Potter serisinin 6. kitabı “Harry Potter and The Half-Blood Prince”, ABD’de piyasaya çıktığı ilk 24 saatte 6,9 milyon adet satmış ve bugüne kadar en hızlı satılan kitap olmuştu. Yazar J. K. Rowling, kitabın tanıtımını İngiltere'deki Ulusal Tarih Müzesi'nde yapmıştı. Amerikan basımının kitap kapağını yine Mary GrandPré hazırladı.


Türkiye’de çevirisi, önce “Ölümcül Takdis” olarak yayılmıştı; fakat yapılan açıklamadan sonra kitabın Türkçe adı “Harry Potter ve Ölüm Yadigarları” olarak belirlendi. Kitabın Türkiye’de yayın tarihi ise “9 Ekim” olarak açıklandı. Serinin bu son hikayesi, önceki kitapları gibi dünyada İngilizce’den sonra yayımlanan ilk çevirilerden biri olacak ve Yapı kredi yayınları tarafından yayınlanacak kitap 608 sayfa ve Sevin Okyay ve Kutlukhan Kutluk tarafından dilimize çevrildi. Yapı Kredi Yayınları ilk baskıyı 100 bin adet olarak planladı.

Kitabın Diğer Ülkelerde Adı:

Bulgaristan: Хари Потър и Смъртоносните светии

Brezilya: Harry Potter e as Relíquias Mortais

Danimarka: Harry Potter og de Dødelige Hyl

Estonya: Harry Potter ja surmapühakud

Fransa: Harry Potter et les Saints Mortuaries

İngiltere: Harry Potter and the Deathly Hallows

İtalya: Harry Potter e il rito mortale

İzlanda: Harry Potter og Fönixreglan

İspanyolca: Harry Potter y os santos mortales

Katalan: Harry Potter i les relíquies mortals

Litvanya: Haris Poteris ir pražütingos relikvijos

Macaristan: Harry Potter és a halálos szentek

Portekiz: Harry Potter e os Santos Mortíferos

Romanya: Harry Potter si Sfintii Muritori

Rusya: Harry Potter i Smertonosnie Relikvii

Türkiye : Harry Potter ve Ölüm Yadigarları

21 Ağustos 2007

TV efsanesi beyazperde de…


Tuhaf aile formatlı çizgi filmler ülkemizde tanınan örnekleriyle çok beğenilmişti. 1960 – 66 yılları arasında gösterilen Taş Devri alışılmadık bir amerikan ailesi ile Taş devrinde geçen modern uygarlık hikayesiyle çok beğenilmiş ve ilgi görmüştü. Simpsonlar efsanesinin en önemli kaynağı da bu diziydi kuşkusuz. Fonda yine aile babasının beceriksizleri ön planda idi.
1962 – 88 yılları ararsında 4 sezonluk ama 20 yıllık bir süreçte gösterilen çizgi dizi gelecekte geçen bir taş devri hikayesi idi. Kuşkusuz bunda aynı ekibin parmağının payı büyüktü.
Rugrats adlı bebeklerin ön planda olduğu çizgi filmse yine barındırdığı absürd çizgisi ile simpsonların kaynaklık ettiği çizgi filmlerden biri.
Simpsonları andırma konusunda ise Family Guy neredeyse rakipsiz.1999’da başlayan dizi halen devam etmekte ve ilgiyle izlenmeye devam ediyor. Simpsonlar taklidi gibi görünse de South park’tan daha sert bir çizgisi olsa da, simpsonlardan daha az eleştiren yapıya sahip. Yine de bu yapısıyla herkesin sevebileceği bir dizi değil.
Gelelim simpsonlara. Koca 20 yıllık süreci ile tam bir fenomen. George Bush’un “izlenmesini tasvip etmiyorum” demesinin altında 1989 yılından bu yana kıyasıya eleştirmesinin ve tüm bu eleştirileri nefis bir mizah anlayışı ile yapması baş tacı edilmesini sağlayan unsur.
Toplamda yaratılmış 396 bölümle rekorlar kitabına çoktan girmiş olan simpsonlar, sinema filmi için bu kadar beklemek niyetinde değildi. Ama zaman ve şartlar sürekli değişti ve sürekli yenilenen fikirlerle bu zamana kadar geldi. Temelde CGI’yı reddeden 3 boyutlu yerine suluboya elde çizimi tercih eden ekip bunu dışındaki kararlar için oldukça zorlandıç Ekip haline Monthy Python’s Flying Circus delisi olduklarını belirten Greoning, Belville’de Randevu’dan oldukça sık bahsediyor. Hiçbir zaman gerçek oyuncularla film önerisine sıcak bakmadığını bunun ancak ekibin ölmesi sonucu gerçekleşebileceğini söylüyor. 1987’de oluşan çekirdek kadronun film ekibinde olması hayranlık uyandırıcı olmuş ve herkeste en iyi bölümden de iyidir yargısını doğurmuştu. Bunun da uzayan süreçte payı var elbette. Esprileri konusunda ısrarcı olmadıklarını söylüyor ekip. Espri savunulmaz diyor. Filmden çıkarılan esprilerden iki film daha çıkar sözü de bu konudaki ciddiyetlerini ortaya koyuyor. Her defasında karakterleri yeniden çizmenin gurur verici olduğunun da altını çiziyor ekip. Son olarak bir 20 yıl daha sürecek garantisini veriyorlar.
20 yıllık süreçte sinema ile ilişkileri de çok iyi idi dizinin. Oz büyücüsü, Marry Poppins gibi masallar bir yana, Stanley Kubrick klaisiği “The Shining” bir bölümde tamamen parodi haline gelmişti. Marge ve komşusu Ruth’un araba yolculuğu da “Thelma ve Loise” e selam çakar. Rosebud adlı bölümde film çekimleri dahil neredeyse birebir yaratılmıştır. Ünlü “Yurttaş Kane” başyapıtı 3 bölümde görünür böylece. ET, Sapık, Rüzgar gibi geçti, Indiana Jones ve kuşlar ekibin sinema sevgisinin yansımalarından…
Gelelim filme… 15 yıllık bir proje geçmişi olan film, dizinin beşinci yılında ortaya atılmıştı. İlk fikir “Kamp Krusty” adı ile yaz kampında geçen korku filmleriyle dalga geçecekti. Ama yoğunluk sebebi ile rafa kalktı. Elde çizilmesi sebebiyle yaratım sürecinin çok uzun sürmesi geride bu yüzden çekilmemiş bir çok senaryo bıraktı. Fantasia ile dalga geçen “Simpstasia” da bunlar arasında idi. 2003’te ilk ekip toplandı yüzlerce fikir ortaya atıldı. Bunlardan en ilgi çekici olanı kuşkusuz “Truman Show” parodisi idi. Dizi hayranları bu bilgi sonrası en azından bir bölümde öyküyü görmekten oldukça mutlu.
Sonunda filmin Homer’ın hataları üzerine kurulması kararlaştırıldı ve 15 yıllık rüya gerçekleşti Bir beceriksiz aile babasının öyküsü olan film mükemmel bir espri ile başlıyor. Homer sinemada film izlerken enayilik bu diyor. Cdsi varken filmi sinemada izlemek enayilik. Sonra kamera Homer’ı gösteriyor ve bize dönüp hepiniz enayisiniz diyor. Serinin şanına yakışır bir başlangıç bu.
Çevre sorunlarını direk merkeze yerleştiren film, gölün kirlenmesine karşı yapılan sunuma “Uygunsuz Gerçek” filmi ile geçiyor dalgasını. Sonra tüm bu uyarılara rağmen Homer faktörü devreye giriyor. Her şey dozunda her şey bildiğiniz gibi. Üslup sonuna kadar korunuyor.
Özellikle Bart’ın cinsel organının gözüktüğü sahne son derece keyifli adeta gülme krizine sokuyor izleyeni. Yol Alaska’ya düşüyor. Ordan sonrası iyice zıvanadan çıkıyor zaten. Kızılderili sahnesi de dört dörtlük.
Az sonra esprisi de araya atılıyor. Filmin altından yazılar akıyor, reklamlar geçiyor. Sizinse aklınızdan geçen tek şey gülmek oluyor.
Geriye tatlı bir zaman dilimi kalıyor. Matt Greoning ve ekibini kutlamak gerek. Bir marka yaratıp o markaya sonuna kadar sahip çıktıkları için. Koca bir ellerinize sağlık göndermek şart!

Serkan Murat KIRIKCI

19 Ağustos 2007

Şüphe'ye Şüpheyle Bakmalı…


Röntgencilik sinemanın baş mevzusu, tetikleyicisidir. Ve seyircide röntgencidir. Yönetmenlerin baş röntgenci olduğunu söylemeye gerek var mı?
Elinde dürbün olan bir karakter ya cinayete tanık olur, yada çıplak bir kadına… Bizdeki histe aynıdır. Elinde dürbün etrafındaki evlerden izlenecek hayatlar arayan ana karakter neyse, karanlık bir sinema salonda başka hayatları, başka dünyaları izlemek de aynı şey. Hepimiz röntgenciyiz.
Bacağı kırılan, bir süre dinlenmesi gereken fotoğrafçı Jeffries, arka penceresinden dönemin en teknolojik aleti fotoğraf makinası ve her çeşit objektifi ile etrafı izlemeye başlarken, kendini bir polisiye olayın içinde bulur. O da aynı bizim gibi seyircidir ve aynı tepkileri verir. Alfred Hitchcock’un 1954 tarihli şaheseri “Arka Pencere” sinemanın da röntgencilik olduğunu adeta ders kitabı işler filminde. Böylece türede yeni bir yol açtı. Arkasından birçok örnek geldi ama film hala alandaki en önemli başyapıt olarak yerini koruyor. Yine ustanın başyapıtı “Sapık”ta meşhur öldürme sahnesi öncesi katil kurbanını dikizler.
Şaşırtıcı olmayan Hitchcock takıntılı yönetmen Brian De Palma’nın benzer filmi çekmesidir. “Body Double” sürekli arka pencere selam çakar durur. Yine de temel unsurları dışında film farklı bir temele oturur.
1960 tarihli diğer bir röntgen başyapıtı “Peeping Tom”da başkarakter kadınları öldürürken kameraya çeker ve onların ölüm anındaki yüz ifadelerini inceler.
Bazen cinayeti duyarak da bulur sinemada başkarakterler. Michalengelo Antonioni başyapıtı “Blow-up” ve bir nevi yeni çevrimi De Palma filmi “Blow-out” da ön planda görmek değil, duymak vardır. Yine duyarak cinayeti çözen Coppola başyapıtı “The conversation” da benzer bir yol izlenir.
Röntgenciliğin gücün yanında olduğu durumlarda vardır ki bu alanda en önemli yapıt, büyük birader kavramını hayatımıza yerleştiren “1984”tür. Kitapta sözü edilen konunun sonradan “biri bizi gözetliyor”a geldiğini düşünürsek, tv de bir röntgencilik yaptığımızı yadsıyamayız.
Bu konuyu da sinemada işleyen bir başyapıt mevcut “Truman Show”. Belki de hepimizin sonu aynı. Malum melekler bizi de günlük yaşamımızda izleyen bir tanrı var.
Truman Show ile aynı kaderi paylaşan temelde 1984’ten beslenen filmlere “THX 1138” ve “Brazil”i eklemekte fayda var. İki filmde karanlık bir gelecekte geçer ve aynı umutsuzluğu taşır.
Türk tvlerindeki diziler bir yana yapılan programlarda mahkeme formatıyla her gün farklı 3 - 4 hayatı dikizler seyirci ve bundan keyif alır. Bu konu da söylenecek şey aynıdır. Dikizcilik izlemenin eş kardeşidir ve seyircinin kahramanlardan tek farkı bunun için pek çaba sarfetmesine gerek kalmamasıdır.
Gücün izlemesine bir diğer örnekte “Devlet Düşmanı”dır. Ve örnekler daha da çoğaltılabilir. Son oscarlı film “Başkalarının Hayatı” ile örneklere son verip filme geçelim.
Öncelikle filmin gösterime girmeden kadroyu görmek sağlam gerilim olacağının kanıtı gibi idi. Bu kadro ya gerecek ya gerecekti. Sebepleri ise geçmişleriydi ki yadsınamaz gerçeklerdi.
Elde tuhaf bir yönetmen olduğunu göz ardı etmemek gerek. Vasat ile berbat arası filmler çeken, “The Salton Sea” ile sinema tarihinin ne anlattığı bilinmeyen ilginç filmlerinden birine imza atan bir adam ne de olsa. Ustalıktan nasibini almamış yönetmen esinlenmeye inatla devam ediyor. Bir romandan nasıl film yapılmaz da berbat edilir dersi niteliğindeki “Taking Lives” is cabası.
Senaristler de son derece uyumlu Caruso ile, Christopher B. Landon deyince tüylerin diken diken olması gerekiyor, Kan ve Çikolata akla geliyor zira. Carl Ellsworth de ondan aşağı kalır değil. Oda dizilerden başını kaldıramamış, senaryosu değişen “Red Eye” ile tecrübesizliğini gözler önüne sermişti. Nihayetinde Tarzan dizisini yazan adamdan bu tip filmi beklemek, iyi olmasını beklemek zaten zeka testi yaptırma ihtiyacı gibi.
Zaten bu iki senarist güzel olabilecek filmi beceriksizlik sirkine dönüştürüyor. D.J. Caruso’nun onlara eklenmesi de tam bir fiyasko.
Güzel bir kaza sahnesi ile başlıyor film. Kale babasının kaybetmiş bir delikanlı, bu sebeple hocasına yumruk atıyor. Anlıyoruz ki çocuk babasının acısını hala unutamamış. Buraya kadar güzel ya sonra… Filmin geri kalanında bambaşka bir çocuk var. Kale karakterini yeniliyor. Sanırım o sırada senaristler bilgisayara restart çekmişler, Kale de payına düşeni almış.
İlk yarım satte çizilen karakterin aksine gelen yeni Kale, kendi halinde bir zamane çocuğu. Evin dört bir yanındaki teknolojik aletlerle hayatın tadını çıkartıyor. Babası uğruna hocasına yumruk atan çocuk nereye gitti?
Anne karakterine gelelim… Hiç gelmesek de olur. Zira ortada karakter falan yok. Tamamen senaryo çukuru bölgesi orası! Carrie Anne Moss iki görünmüş almış parayı gitmiş. Nasıl bir işte çalışıyorsa, hiç ortalıkta yok. Mantıklı bir açıklamada yok.
Kale’in arkadaşları, özellikle de Ashley aynı durumdan muzdarip. Onun da karakteri yok. Hepsi kağıttan yapılmış. Üfleyince uçuyor.
Mr. Turner rolünde David Morse da tüm bu beceriksizliklerin arasına katılıp görevini yapıyor. İlk sahneden itibaren abartılı oyunuyla filmi emekleme dönemine sokuyor. Zaten eldeki senaryoyu da düşününce bir şeyler yapabilse filmi kurtarabilecek olan Morse bu fırsatı da tepiyor elinin tersiyle. Bunu tetikleyen ekip ruhu olsa gerek.
Filmin tek iyi noktası, Caruso’nun tercihi. Ağırbaşlı bir gerilim çekmeye yeltenmiyor. Sebep sonuç ilişkisi kurmaya çalışmıyor. Uzunca bir süre kötü bir gençlik filmi havasında nadasa alıyor gerilimi. Ama aldığında da yüzüne gözüne bulaştırıyor. Bay Turner’ın evi neymiş öyle! Katil uşaklık edip anlatmayayım ama gereksiz olan her tür obje orda. Ne ararsanız var. Hani sonunda Bay Turner’ın boynuzu çıksa, büyüyüp kanatlarını açsa ben şeytanım dese hiç abartılı durmayacak.
Filmi beğenenlerin sinema tarihindeki belirtilen filmlere bakmasında fayda var. Öğrenmenin vaktidir.
Sonuç olarak, berbat bir senaryo, kağıttan karakterler, berbat bir final… Geride kalansa evine dön Caruso hissi ile Hitchcock ustadaki kemik sızlamaları yada mezarındaki ters dönüşler…

Serkan Murat KIRIKCI

17 Ağustos 2007

MELEKLER KULAĞINA FISILDAMIŞ…


Amerika’nın geçtiğimiz ay 53 yaşına basan dünyaca ünlü Latin rock müzisyeni Santana’nın – asıl adı Carlos Augusto Alves Santana – onlarca albüme imza attığını hepimiz biliyoruz. 1960’lı yıllardan beri müzikte saltanatını koruyan başarılı sanatçının kendi adını marka yaptığı bayan ayakkabıları, şapkaları, t-shirtleri, vb. de bulunmakta. Bütün bunlardan ziyade, ünlü müzisyenin 9 Grammy ödüllü albümü “Supernaturel” ilk kez piyasaya çıktığında satış rekorları kırmıştı. Bu albümdeki bir şarkının sözleri ise oldukça ilginç: “Elini başımın üstüne koymuş bir melek var - Bana korkacak bir şeyimin olmadığını söylüyor: La ill aha ill Allah”… İddiaya göre “Put Your Lights On” başlıklı bu şarkıyı Everlast geçirdiği trafik kazası üzerine yoğun bakımdan çıktıktan sonra hastanede yatağında yazmış. Şarkıyı indirip dinlemenizi tavsiye ederim. İşte şarkının İngilizce sözleri ve kendi Türkçe çevirim:

Hey now, all you sinners / Evet şimdi bütün günahkarlar
Put your lights on, put your lights on / Işıklarınızı açın ışıklarınızı
Hey now, all you lovers / Evet şimdi bütün aşıklar
Put your lights on, put your lights on / Işıklarınızı açın ışıklarınızı
Hey now, all you killers / Evet şimdi bütün katiller
Put your lights on, put your lights on / Işıklarınızı açın ışıklarınızı
Hey now, all you children / Evet şimdi bütün çocuklar
Leave your lights on, you better leave your lights on / Işıklarınızı açık bırakın, bu sizin için daha iyi
Cause there’s a monster living under my bed /
Whispering in my ear / Kulağıma fısıldıyor
There's an angel, with a hand on my head / Elini başımın üstüne koymuş bir melek var
She say I’ve got nothing to fear / Bana korkacak bir şeyimin olmadığını söylüyor
There’s a darkness deep in my soul / Ruhumun derinliklerinde bir karanlık yatıyor
I still got a purpose to serve / Hala yerine getirmem gereken bir amacım var
So let your light shine, into my hole / Bu yüzden bırak ışıkların evime girsin
God, don’t let me lose my nerve / Tanrı’m, cesaretimi kaybetmeme izin verme
Lose my nerve / İzin verme
Hey now, hey now, hey now, hey now / Evet şimdi, şimdi, şimdi, şimdi
Wo oh hey now, hey now, hey now, hey now / Ah şimdi, şimdi, şimdi, şimdi
Hey now, all you sinners / Evet şimdi bütün günahkarlar
Put your lights on, put your lights on / Işıklarınızı açın ışıklarınızı
Hey now, all you children / Evet şimdi bütün çocuklar
Leave your lights on, you better leave your lights on / Işıklarınızı açık bırakın, bu sizin için daha iyi
Because there’s a monster living under my bed / Çünkü yatağımın altında bir canavar yaşıyor
Whispering in my ear / Kulağıma fısıldıyor
There's an angel, with a hand on my head / Elini başımın üstüne koymuş bir melek var
She say's I’ve got nothing to fear / Bana korkacak bir şeyimin olmadığını söylüyor
La ill aha ill allah / La ilahe illallah
We all shine like stars / Hepimiz yıldızlar gibi parıldıyoruz
We all shine like stars / Hepimiz yıldızlar gibi parıldıyoruz
Then we fade away / Ve sonra sönüyoruz

Zehra MUTLU

16 Ağustos 2007

Röportaj: Serkan Murat KIRIKCI


Merhaba Serkan Üstad, öncelikle röportaj yapmayı kabul ettiğin için teşekkür ederim. Sana “üstad” diyorum çünkü bunca yıllık deneyiminle sinema ve sanat üzerine pek çok tecrübelerin bulunuyor ve yazmaya yeni başlayanlara yardımcı oluyorsun.

-Öncelikle yaşın ve yaşadığın yerle başlayalım?

75’liyim ve Mersin’de yaşıyorum. Küçük bir yer olmasının getirdiği zorlukları aşmak, o yokluktan bir şeyler çıkarmak hoşuma gidiyor.

-Sinema ve sanata ilk ilgi duymaya ne zaman ve nasıl başladın? İlk deneyimlerinden bahseder misin?

1982 yılını hatırlıyorum. Annem ve babam çalıştığı için bana bakan bir kadın vardı gündüzleri. İki yetişkin kızının da en büyük zevki sinema idi. O yıllarda eski filmler oynuyordu sinemalarda. İlk gittiğim film Grease’dir. Aslında ilk gittiğim film demek de pek doğru olmaz. İlk aklım ererek sinemada başından sonuna izlediğim ilk film. Amcamın makinistlik yaptığı dönemde akşamları soluğu yazlık sinemada alırmışız ama o dönemi hatırlamıyorum. Gazozcunun dolaşmasını bekler, gazozumu içer annemin kucağında uyurmuşum. Grease sonrası aldığım keyif, sinema sevgimin yolunu açtı. Haftada bir sinemaya giderdik. Sonrasında da ilkokulda devam ettim bu sevgiye. Okulca gittiğimiz ET’yi unutmam mümkün değil. Asla inanmayacağım şeylere beni inandıran fantastik öykülere kapının açılması da bu filmle oldu. Sonrası arkadaşlarımı zorlayıp okuldan kaçıp sinemaya gitmek olmuştu. Zaten özellikle cuma günleri beni hiçbir güç engelleyemezdi. Kaçar okula giderdim. Dönemin sinema kültürü de farklıydı zaten. Daha bir büyülü idi. Kahramanı alkışlardık tepki verirdik. Bir nevi maç izler gibiydik ve buda müthiş bir keyifti. Sürekli sinemaya gidiyordum okul yıllarımda. Dönemin bütün klasiklerini de o dönemde izledim zaten. TV ile tanışınca iş tamamen büyüdü. Bir defterle başladım. Koca bir fihrist alıp izlediğim filmlerin adını yazmaya baladım. Yetmedi bir dönem sonra. Bir iki bilgi eklemeye başladım. Baktım düştüğüm dipnotlar yetmiyor. Küçük yorumlar yazmaya başladım. Sinema dergilerindeki yazıları takip edince de kritiklerin filmi nasıl işlediğini gördüm ve iyice merak sardım bu işe. Lisede kompozisyon ödevimde film kritiği yazmıştım. Film “Sinek” idi. Sınıfın en yüksek notunu almıştım. Güzel bir ödül gibi idi. Yıllar içinde defterlerin sayısı arttı ve ev sinemasının gelişiyle arşivleme merakım da başladı. TV’den videoya kayıt döneminde TRT’nin filmlerinin üzerimdeki etkisi büyüktür. O dönemki programlarda gösterilen anaakım sinema dışındaki filmlerde sinema kültürümün başlangıcıdır. Vcd’nin ortaya çıkışı ile birlikte hastalık artık karşı konulmaz hale geldi. İlk vcd döneminde günde 6 - 7 film izlerdim. Bir gün sonrasında o filmlerin kritiğini yazardım. Bu aşamalarla bugüne kadar geldim.

-Başka ne işle meşgul oluyorsun?

Mersinde günlük gazetede, gazeteye bağımlı olmadan dışardan yazılar veriyorum. Cuma günleri sanat sayfası hazırlıyorum. Sinema kritikleri, albüm, kitap ve dvd eleştirileri yazıyorum her hafta. Ayrıca şehirdeki tüm sanat olaylarının takibini yapıyorum. Gazetedeki arkadaşla birilikte konser ve tiyatro etkinlikleri öncesi ve sonrası röportajlar yapıyoruz. Askerlik öncesine kadar grafikerlik yapıyordum ama sinemaya zaman kalmadığı için bıraktım. Şimdi freelance olarak devam ediyorum. Bir dönemde dvd clup işletmiştim. Korsanla mücadele işlemleri baskınlar artınca bıraktım. Yavaş yavaş artan ziyaretçi sayısı ile oldukça güzel bir keyif yaratan blog sayfamla meşgul oluyorum daha çok. Onu genişletme yolunda projeler var. Ufak denemelerine başladım. Birde daha kapsamlı bir sinema sitesi üzerine çalışmalarım var yoğun şekilde onunla uğraşıyorum.

-En çok beğendiğin?

Film: Birdy

Oyuncu: Marlon Brando, Meryl Streep

Yönetmen: Stanley Kubrick

Kitap: Dalgalar – Virginia Woolf

Yazar: Virginia Woolf

Müzisyen: Radiohead

-Sinema, sanat dışında diğer hobileriniz?

İnternet, kitap dergi vs. okumaları, müzik, seyahat, teknoloji.

-Yazıların nerelerde yayınlandı ve yayınlanıyor?

Benim blog sayfam dışında, kardeş birçok blogda yayınlanıyor. Sinemalar.com sitesinde yayınlanan yazılarım da sitenin rss desteğiyle birçok sitede yayınlanıyor. Güneyde İmece gazetesinde de sürekli olarak yazılarım yayınlanıyor. Pek gündemle ilgilenmediğim birde köşem var gazetede. Sanat gündemi hakkında yazıyordum ama şu sıralar yaz döneminde köşede kritik yazıyorum.

-Yayınladığın ve en çok ilgi gören ya da hiç rağbet görmeyen yazılarınız?

Sinema yazıları öncesindeki dönem hayli yoğundu bu konuda. Fanzine dönemi vardı 90’lı yılların ikinci yarısında. Fotokopi ile çoğaltılan özgür yayınlardı. Bu dönemde Rock Fan Zine adında bir dergi çıkarttık 3 arkadaş. Birbirimizi hiç görmedik ama sağladığımız koordinasyon ile dergiyi tüm Türkiye’ye posta yolu ile dağıttık. Bağımsız periyoda çıkan dergi sadece 4 sayı çıkmasına rağmen büyük ilgi görmüştü. Ben sanat fanzini çıkarmak üzere ayrıldım. Ölüdeniz adında bir sanat fanzinini 3 aylık periyodlarla 13 sayı çıkardım. O dönem yazdığım hikayeler büyük ilgi görmüştü. İki dergi ile de kitaplara konu olduk. Farklı bir hava yaratmıştık dönem. Kişisel olarak fazla mükemmeliyetçi olduğumdan pek beğenilmeyen kötü eleştiri alan yazım olmadı hiç. Gazetedeki sayfada sürekli olarak rock albümlerini işlediğimiz için eleştiri alıyorum. Onun dışında bana gelen bir eleştiri yok.

-Hollywood ve Oscar Ödülleri hakkındaki görüşleriniz?

Hollywood ve Oscar ödülleri hakkında pek bir görüşüm yok aslında. Oscar ödüllerine inanmıyorum. Gerçeği yansıtmadığına dair çok örnek var. Ana akım dışında kalan filmleri takip ediyor ve seviyorum zaten. Hollywood son derece sistematik şekilde sektörü ayakta tutuyor ama başyapıtlar son 10 yıldır bu sistemin dışındaki insanlardan çıkıyor. Hollywood’un yeni adamları da başka ülkelerden transfer ediliyor. Bir nevi NBA - Avrupa basketbolu karşılaştırması gibi. Dönemin en iyi yönetmenleri sayılan yönetmenler, yaratıcılar son zamanlarda bağımsız altyapısı ile geldiler buralara.

-Sinema ve sanat hakkında şimdiye kadar karşılaştığın ve seni en çok etkileyen olay?

Sektörün yıllar içerisindeki gelişimi mükemmel. Terminatör 2’yi sinemada izlediğim an yaşadığım büyüyü unutamam. O özel efektler ile başlayan süreç şaşırtıcı şekilde devam ediyor. En son örnek transformers ile bambaşka bir kapı açıldı zaten. Animasyon filmlerinde zaman içindeki gelişimi oldukça etkiledi beni. Orjinal vhs filmlerin piyasada satılmaya başlamasından dvd’ye kadar geçen süreçte çok etkileyici oldu. Zaten dvd’nin nimetleri ve açtığı kapıları unutmam mümkün değil.

-Gelecek hakkında fikirleriniz ve amacınız?

Zaman ne gösterir bilmiyorum ama eylül ayı ile birlikte Mersin’de sezon açılıyor ve sergi,konser,opera,bale,tiyatro tüm etkinliklere yoğun bir şekilde katılmak ve hepsi ile ilgili yoğun gündemi takip etmek var ilk planda. Mersinin sanat gündeminin nabzını tutan bir internet sitesinin kurulum çalışmalara son noktaya geldi neredeyse. Bunu dışında blog sayfamda sinema içeriğini daha da genişletmek belki zaman içerisinde siteye çevirme fikri var. Sinema gündemini tutan ve katılımın yüksek olduğu bir sinema sitesi hazırlığı var. Kendi döneminde yoğun ilgi gören iki fanzine’in kitaplaştırılma ihtimali söz konusu. Yine bu dönemde yazdığım kısa öykülerin kitaplaşma çalışması kurgu safhasında şu anda. Son olarak da artık 5 yıldır bekleyen kısa filmi bu kış çekmek istiyorum. Birde mini animasyon denemelerim var ama ona daha zaman var.

-Sinema ve sanatseverler sana ve yazılarına nasıl ulaşabilir?(e-mail, web, vs.)

serkanmkirikci@gmail.com

http://bodakedi.blogspot.com

http://cinemaximum.tr.gg/

Blog sayfamdaki yazıların bir çok sitede yayınlandığını biliyorum ama artık takip edemiyorum. Tüm yazılarım Önce blog sayfamda yayınlanıyor.

Zaman ayırdığın için tekrar teşekkür ederim. Başarılarının devamımı dilerim…

14 Ağustos 2007

"Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı"ndan En Yüksek Açılış


Ülkemizde 10 Ağustos, Cuma günü vizyona giren “Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı”nı ilk gün 80 bin kişi izledi.

Harry Potter serisinin beşinci filmi olan “Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı” ülkemizde serinin en yüksek ilk gün açılışını gerçekleştirdi.

Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı”nın İstanbul galası 7 Ağustos, Salı günü filmin oyuncuları; Harry Potter’ın ilk aşkı Cho Chang rolünde oynayan Katie Leung ile yaramaz ikizler Fred ve George Weasley karakterlerini canlandıran Oliver ve James Phelps’in katılımıyla Kanyon Cinebonus sinemalarında gerçekleştirilmişti.

Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı”nda, Harry beşinci öğretim yılı için Hogwarts’a döndüğünde, büyücü camiasının büyük çoğunluğunun, onun kötü Lord Voltemort’la karşılaştığı gerçeğinin bir yalan olduğuna inandırıldıklarını görür ve onuru kırılır. Daha da kötüsü, Sihir Bakanı Cornelius Fudge yeni bir Karanlık Sanatlara Karşı Savunma öğretmeni atamıştır: İki yüzlü Profesör Dolores Umbridge. Ama Profesör Umbridge’in “Bakanlık onaylı” savunma sihri dersleri genç büyücüleri kendilerini tehdit eden Karanlık güçlere karşı hazırlıksız ve savunmasız bırakır. Bunun üzerine, arkadaşları Hermione ve Ron’un teşvikiyle, Harry dizginleri eline almaya ikna olur. Kendilerine “Dumbledore’un Ordusu” adını veren bir grup öğrenciyle gizlice buluşan Harry, onlara Karanlık Sanatlara Karşı Savunma dersleri vermeye ve bu cesur genç büyücüleri önlerinde uzanan muazzam savaşa hazırlamaya başlar.

Warner Bros. Pictures bir Heyday Films yapımı olan “Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı”nı sunar. Filmin başrollerini Daniel Radcliffe, Rupert Grint, Emma Watson, Helena Bonham Carter, Robbie Coltrane, Warwick Davis, Ralph Fiennes, Michael Gambon, Brendan Gleeson, Richard Griffiths, Jason Isaacs, Gary Oldman, Alan Rickman, Fiona Shaw, Maggie Smith, Imelda Staunton, David Thewlis, Emma Thompson ve Julie Walters paylaşıyor.

David Heyman ve David Barron’ın yapımcılığını, Lionel Wigram’ın yönetici yapımcılığını gerçekleştirdiği filmi David Yates yönetti. J.K. Rowling’in aynı adlı kitabına dayanan filmin senaryosunu Michael Goldenberg kaleme aldı.

Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı”nın dünya çapındaki dağıtımını bir Warner Bros. Entertainment kuruluşu olan Warner Bros. Pictures gerçekleştiriyor.

www.harrypottervezumruduankayoldasligifilm.com


13.08.2007 sinemalar.com

11 Ağustos 2007

Sinema Dünyasının Ünlü İsimlerinden “Geleceğin Sineması”na Destek


T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın projesi olan ve TÜRSAK Vakfı işbirliği ile gerçekleştirilen; sinema öğrencilerinin “Kısa Film Projelerini” senaryo aşamasında destekleyen, “en büyük sinema öğrencisi projesi” olarak bu yıl dördüncüsü gerçekleştirilen “Geleceğin Sineması”nın seçici kurulunda yer alan birbirinden ünlü ve değerli isimler öğrencilere destek veriyor. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından geleneksel olarak her yıl desteklenen ve Bakanlığımız Sinema ve Telif Hakları Genel Müdürlüğü ve TÜRSAK Vakfı’nın işbirliği ile gerçekleştirilen proje ile sinema öğrencileri ilk kısa film projelerine destek bulabilmektedir. Türsak Vakfı’nın Kurumsal Sponsoru Digitürk’ün de duyurularda ve senaryoların çekiminden sonra TV’de gösterimiyle ilgili destek verdiği Geleceğin Sineması 4’ün TÜRSAK Vakfı Başkanı Engin Yiğitgil’in jüri başkanlığındaki üyeleri, sinema oyuncusu Fadik Sevin Atasoy, Hatırla Sevgili dizisinin genç oyuncusu Cansel Elçin, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü Sinema Daire Başkanı Nejat Gökçe, oyuncu ve dramaturg Kenan Işık, sinema yazarı Çiğdem Kömürcüoğlu, ve yönetmen Ömer Faruk Sorak’tan oluşuyor.

T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, “Geleceğin Sineması”nda geçen sene 15 projeye bütçe desteği verirken, 2007’de bu sayıyı 23 projeye çıkartarak Türk Sineması’nın geleceğine verdiği önemi vurguladı. Bakanlığın seçici kurul tarafından belirlenen projelere 2,500 YTL film yapım desteği vereceği projede, TÜRSAK Vakfı (Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür Vakfı) en iyi ilk 3 projeyi, “kamera”, “dizüstü bilgisayarı” ve “dijital fotoğraf makinesi” ile ödüllendirecek. Projelerin yapımı tamamlandığında ise DİGİTÜRK’te Türkmax kanalında filmlerin gösterimi gerçekleştirilecek.

T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü’nün projesi olan ve 4 yıldır ilgili üniversitelerin fakülte dekanları ve bölüm başkanları tarafından büyük bir katılımla desteklenen “Geleceğin Sineması” bilindiği gibi ülkemizde, öğrenci filmlerini, proje ve senaryo aşamasında destekleyen ilk ve tek proje. Üniversitelerin ilgili fakülte dekanlarının ve bölüm başkanlarının, kendi okullarındaki öğrencileri yönlendirdikleri ve bölümlerindeki iyi projeleri gönderdikleri “Geleceğin Sineması”na bu yıl okullarla birlikte, öğrencilerin kendileri de proje gönderebiliyorlar ve geçmiş yıllardan farklı olarak birden fazla proje ile katılabiliyorlar.

TÜRSAK Vakfı’nın danışmanlığında gerçekleşen “Geleceğin Sineması” devlet ve vakıf üniversitelerinin sinema - iletişim dalında 4 yıllık eğitim veren bölümlerinde okuyan öğrencilerin katılımına açık. Herhangi bir tema ve tür sınırlamasının olmadığı “Geleceğin Sineması”na öğrenciler imgesel (fiction), deneysel, belgesel, animasyon vb. türde projeleriyle katılabilecekler.

“Geleceğin Sineması”nı diğer projelerden farklılaştıran özelliklerinden biri henüz çekilmemiş, ancak gerçekleştirilecek film projelerine destek vermesi. Bu çerçevede film projelerinin sinopsisini, senaryosunu, film ekibini ve öngörülen ayrıntılı yapım bütçesini içeren proje dosyalarının en geç 12 Aralık 2007 tarihinde TÜRSAK Vakfı’na ulaştırılması gerekiyor.

Konuyla ilgili detaylı bilgi http://www.tursak.org.tr/ adresinden edinilebilinir. Basın bülteninin görsellerine aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz.

http://www.tursak.org.tr/basin/cansel_elcin.jpg

http://www.tursak.org.tr/basin/fadik_sevin_atasoy.jpg

http://www.tursak.org.tr/basin/gelecegin_sinemasi_afis.jpg

Bilgi için:

Meltem İnan – TÜRSAK – Kurumsal İletişim Direktörü - t.0212 2445251 - f.0212 2920337

Serdar Korucu – TÜRSAK – Medya Sorumlusu - t.0212 2445251 - f.0212 2920337

Serkan Murat KIRIKCI

10 Ağustos 2007

SIRA KİMDE?

1993 senesinde bir derginin hikâyeler sayfasında şu yazıyla karşılaşmıştım; Arkadaşlarıyla uçak yolculuğu yapacak olan bir genç ailesinin yoğun baskıları ve itirazları sonucu gidememiş, üzüntüden odasına kapanıp uyumuştu. Gecenin ilerleyen saatlerinde havalanan uçak kısa bir süre sonra düşmüştü. Ailesi bu haberi televizyondan öğrendiğinde şok geçirmiş ve bu iyimi kötümü olduğu belli olmayan haberi çocuklarına vermek için odasına girip uyandırmaya çalışmıştı fakat kendisinin de uykusunda can verdiğini görmüşlerdi… Bu hikâyeyi okuduğumda etkilendiğim kadar nasıl bir duygu olduğunu çözmeye bile cesaret edemediğim konuyu orada kapatmıştım, ta ki Son Durak isimli filmi izleyene kadar…

2000 yılında New Line Cinema tarafından yapımı gerçekleştirilen Final Destination (Son Durak) isimli film oyuncu kadrosunda hiçbir ünlü barındırmıyordu ve yönetmenin henüz 2. deneyimiydi. Bu önyargı oluşturmaya müsait tabloya rağmen film tam bir ipucu ve teori hazinesiydi ve bu hazinenin keşfedilmesi için 98 dakika verilmesi yeterliydi.

Film, kendisine verilen süreyi boşa harcamaya niyetli olmadığını filmde rol alan ve yapımında rol üstlenen kişi isimlerinin ekrana yansıtıldığı ilk saniyelerde bir uçak yolculuğu olacağına dair ipuçları vererek başlamıştı. Fakat filme geçişte başrol karakterini (Alex) uykusundan uyandıran rüzgârın filmdeki asıl başrol oyuncusu olduğunu anlamak için daha sert esmesini beklemek gerekecekti. Aynı dakikalarda Alex’in başucundaki dijital saatin 1:00 den bire uçuşun numarası olan 1:80 olmasıyla filmin ipucu ve teorilerin yanında tam bir detay fırtınası şeklinde geçeceğinin habercisiydi.

En etkili ipuçları uçağın düşeceği yönündeydi öyle ki havaalanındaki merkezi ses sisteminde dahi uçak kazasında hayatını kaybeden bir sanatçının parçası geliyordu kulaklara ve Alex bunu fark etmekte gecikmemişti, ölümün soğuk nefesi gibi hissettiği rüzgârın da etkisiyle bir şeylerin ters gideceğini iyiden iyiye hissetmeye ve hissettirmeye çoktan başlamıştı.

Uçağa binildiğinde filmden hala ipucu ve detay yağıyordu, ancak bunları yakalamak sağanak yağmurda damlaları yakalamak için avuç açmaya benzemişti. Ve tam bu anda filmin işleyiş altyapısını oturtan sahne geldi ekranlara; Bayan arkadaşlarının isteğini kırmayan Alex iki ön sıraya Tod’un yanına geçti ve önündeki ikram sehpasının vidası kırık olduğunu gördü, bu küçük gibi gözüken detay filmdeki en büyük teorinin dev kanıtı olacaktı bir süre sonra. Film, en dikkatli izleyiciye dahi meydan okuma sahnelerini arka arkaya göndermeye başlamıştı kahramanların uçaktaki oturuş şekilleri gösterilip duruyordu fakat buna uçağın içi sahnesi olan hangi filmde dikkat ediliyordu ki?

Uçağın havalanması ile birlikte beklenen felaket sahnesi de şovuna başladı örneklerinden farklı olarak oturduğu koltuklarıyla beraber uçaktan düşen Paris yolcuları göründü ve büyük bir patlama gerçekleşti. Filmin ilk çeyreği final sahnesi gibiydi fakat bir anda bayan arkadaşlarının Alex’ten yerini istemeleri sahnesine geri dönüldü. Bu noktaya dahi çok dikkat edilmesi gerektiğini daha sonra uygulamalı olarak göstermeye hazırlanıyordu film ve ayrıca meydan okumasını “beni bir kere izlemeniz yeterli olmayacak tarzıyla” ikiye katladı.

Buraya kadar toplanan ipuçları ve detayların teoriye dönüşme vakti gelmişti Alex’in yerinden fırlayıp Tod’un yanındaki ikram sehpasının vidasını kontrol etmesi ve kırık çıkmasıyla beraber “Bu Uçak Düşecek” diye bağırması bir oldu.

Uçak yolculuğu yapacak olan herkesin aklından bile geçirmek istemediği fakat düşünmeden de edemediği bu düşünceyi uçağın içinde bağırarak tekrarlamanın uluslar arası kurallarda cezası uçaktan indirilmekti fakat değişik şekillerde uçaktan inmek zorunda kalan diğer karakterlerinde hayatının değişeceği yine düşünülmüyordu. Yolcu + Mürettebat sayısı 294 olması gereken Uçuş 180 den 7 kişi kalkıştan hemen önce inmişti bu 7 kişiden bazıları kendi isteğiyle bazıları değişik faktörlerden dolayı inmek zorunda kalmıştı ve bu faktörler dahi filmi izleyenler için ilerleyen dakikalarda bir sürpriz olarak bekliyordu. Bekleme salonuna geçildiğinde Alex’e diğer karakterler sinirin ağır bastığı değişik duygularla bakıyorlardı, fakat bu bakışların ortasında uçak büyük bir patlamayla infilak edip bekleme salonun camları patlayınca tüm duygular birbirine girmişti. Bu noktada izleyicinin kendini uçaktan inenlerin yerine koymaması imkânsızdı. Bu durumda ne düşünülmesi ve nasıl hareket edilmesi gerekirdi? Bir yanda tüm arkadaşları parçalanan uçakla yere doğru düşerken diğer yandan o uçaktan inmiş olmanın mutluluğu yaşanabilir miydi?

Soru işaretleri çoğalmadan içeri fbi ajanları girdi onlarında kendilerine göre teorileri olduğu açıktı ve sorgulama sahneleri başladı. İlk sorgulanan Alex’ti ve bir numaralı şüpheli olduğu gibi uçağın düşmesinden sorumlu tutuluyordu fakat kendiside 6 kişinin hayatını kurtardığını düşünüyordu uçak düşmeden birkaç dakika önce Carter’la kavga ettiğinde ona keşke sende uçakta olsaydın demişti. Polisler bunu ona yönelttiğinde olacağını sanmıyordum dedi ve o zaman neden indin gibi tokat türü bir soruyla karşılık alıyordu. Diğer tüm sorgulananlar uçaktan inişlerine sebep olan kişileri düşünmekten başka bir cevap veremiyordu. Filmin henüz nasıl şekilleneceği hala belli değildi ki önce Tod ve hemen arkasından Terry esrarengiz bir biçimde öldü fakat bu sahneler en ince ayrıntısına kadar izleyiciye sunuluyordu, filmin konusu ancak Alex’in haberleri izlerken uçağın düşüş sebebine dair krokiyi görmesi ve uçaktaki oturuluş sırasını üst üste koyması ile anlaşılabildi. Ve Alex’ten ikinci büyük teori geldi; ölümün bir tasarımı vardı ve o bu tasarımı bozmuştu fakat tasarım yarım bıraktığı işi bitirmekte kararlıydı.(Tam burada baştaki hikayeye tekrar dikkatinizi çekmek istiyorum…) Alex sırada kimin olduğunu biliyordu fakat bundan başka elinden ne gelebileceğini kendisi dahi bilmiyordu, izleyici bundan sonra bir aksiyon fırtınası bekliyordu ölüm sınır tanımaksızın tasarımını bozan 7 kişiyi ortadan kaldıracaktı. Sıra atlama olayı ve Carter’ın teorisi olan kendi kendini öldürme fikrinin suya düşmesi pek etkili olamasa da bu sahneler oldukça detaylı bir şekilde tasarlandı ve müthiş bir göz zevki sundu. Tüm ölümlerden önce ölümün soğuk nefesinin rüzgar etkisi de güzel bir detaydı. Alex’in final sahnesine yaklaşırken sırayı karıştırması ve olayı uykusunda gördüğünü aslında koltuk değiştirmediğini hatırlamasıyla sıranın Clear’da olduğunu anlaması hafızaları zorlamakla birlikte ayrı bir renk katıyordu filme.

Film bu noktaya gelene kadar kendisine çok geniş kapsamlı bir konu ve seri olma şansı yarattı, kendisine gereken sadece insanların toplu olarak hareket ettiği mekânlar seçmek ve tasarımı uygulamaktı. Tabi ki bu filmi onlardan ayıran özelliği ilk olması sebebiyle konunun bu kadar ipucuna rağmen kolay kolay anlaşılamaması olacaktı. Fakat bu teorinin üzerine çekilecek ikinci bir filminde çok enteresan olacağı kesindi, zaten filmin sonu buna kapıyı ardına kadar açarak Clear’ı hayatta bırakıyordu.

Sonuç olarak başladığı andan itibaren gözlerin bir dakika bile olsun başka tarafa bakamamasını sağlayan göz kırpış anında dahi bir detayın kaçabileceği kritiği yazılırken filmin ilk 20 dakikasını olduğu gibi yazdırmak zorunda bırakan müthiş bir yapım Son Durak..

Murat SÜNTER

5 Ağustos 2007

"Oyuncak Hikayesi 3" Geliyor!...


2004 yılındaki açıklamaya göre Pixar ve Disney yollarını ayırmıştı. Bu iki kuruluş daha önce; Finding Nemo, Toy Story (1-2), Monsters, Inc. ve A Bug’s Life gibi çok izlenen animasyon filmlerinde birlikte çalışmıştı. Bu açıklamaya rağmen, 2005’te vizyona giren The Incredibles ve 2006’da vizyona giren Cars adlı yapımlarda birlikte çalışmışlardı. Bu iki yapım bu iki firmanın son ortak çalışması olarak görülüyordu. Ancak Disney'in yapımına karar verdiği Toy Story 3, Finding Nemo 2 ve Monsters, Inc. 2 projeleri ve bu projeler için Pixar ile yakın ilişkiler içinde olması iki firmanın tekrar birlikte çalışacağı yönündeki söylentileri güçlendiriyordu ve nitekim bu iki firma “Oyuncak Hikayesi 3” için tekrar ortak çalışmalarına başladılar bile.

2010 yılında vizyona sokmayı düşündükleri ve yine Tom Hanks’in Woody’i ve Tim Allen’ın da Buzz Lightyear’ı seslendireceği filmi bu kez, ilk 2 filmin yönetmeni olan John Lasseter yönetmeyecek. Filmi; Toy Story 2, Finding Nemo ve Monsters, Inc filmlerinde yardımcı yönetmenlik görevi yapan “Lee Unkrich” yönetecek. Senaryoya şöyle bir göz attığını belirten Allen, bu filmin önceki hikayeden daha güçlü olacağını sezinlediğini söylüyor.

4 Ağustos 2007

Sarıkamış Harekatı Film Oluyor

İsmail Bilgin'in kaleme aldığı ve Timaş Yayınları arasından çıkan, “Sarıkamış-Beyaz Hüzün” adlı kitaptan uyarlanan film, 1914'te Sarıkamış Allahuekber Dağları’nda donarak şehit olan 90 bin askerin dramını anlatacak.

Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın 450 bin YTL kredi vererek destek olduğu ve 2008 Ekim'inde gösterime girecek “Sarıkamış Beyaz Hüzün” adlı filmin yapımcısı Mutena Açık film hakkında şunları söyledi:

''Filmin dünya standardında bir iş olması içinde yabacı oyuncu ve teknik personel almayı düşünüyoruz. Filmi, dünyanın bir çok ülkesinde vizyona girecek şekilde hazırlama amacındayız. Ocak ayında da çekimlere başlayacağız. Filmde Özcan Deniz'in yanı sıra Fikret Kuşkan, İsmail Hacıoğlu, Güven Kıraç, Altan Erkekli gibi çok değerli oyuncular rol alacak. İhsan Paşa'yı da eski devlet bakanı Yüksel Yalova canlandıracak.”

Başrol oyuncusu Özcan Deniz, Allahuekber Dağı Şehitlerini Anma Etkinlikleri'ne katılmak üzere geldiği Sarıkamış'ta şöyle konuştu:

“ 'Sarıkamış Beyaz Hüzün' gibi bir proje daha önce kimse tarafından hayata geçirilmek istenmedi. Biz bugüne kadar yapılan en iddialı filmi çekeceğiz. İlk gözlemim, Türk sineması izleyici sayısı açısından yeni bir rekor görecektir. 125 bin askerimizin nasıl kurtların bile kışın yaşayamadığı Allahuekber Dağı'na çıkarak, düşmanla ve doğayla mücadele ettiğini anlamaya çalışıyorum. Bunu günümüz insanının doğru dürüst anlayamayacağını düşünüyorum. Sarıkamış Harekatı sırasında çevre köylerde yaşayan ve benim soyumdan iki kişi burada şehit olmuş. Yani benim dedelerim de burada savaşmış ve şehit olmuş. Bu açıdan bu film benim için ayrı bir önem taşıyor”

1914'teki Sarıkamış dramının anlatılacağı filmde, olaylar Sarıkamış Harekâtı'nda görev alan bir manga askerin gözünden anlatılacak. Kitapta, Sarıkamış'la ilgili pek çok bilinmeyen de günışığına çıkarılıyor. Harekât öncesi gözardı edilen raporlar, 31. ve 32. Tümen'in birbiriyle çarpışması ve Rus Çarı II. Nikolas'ın hatalı emir üzerine tutuklanmaması gibi olayların filmde ne şekilde yer alacağı merek ediliyor. Tamamı karda ve tipi altında çekilecek filmin müziklerinin de bir orkestra tarafından hazırlanacağı açıklandı. Ayrıca filmde ''Sarıkamış Dayanışma Grubu Başkanı Prof. Dr. Bingür Sönmez ise filmde bir doktoru canlandıracak.

Tarihi olay ise şöyle:

1914'te Doğu illerini kurtarmak için Ruslara taarruz edilmesi kararı alınınca harekatın hedefi Sarıkamış olarak belirlendi. 22 Aralık 1914'te başlayan harekatın ilk iki gününde hedeflere ulaşıldı.

Enver Paşa Komutasındaki Türk ordusu, 25 Aralık günü Soğanlı Dağları üzerinden taarruza geçti. Fakat, geçit vermeyen karlı dağları aşmaya çalışan binlerce Türk Askeri soğuğa yenik düşerek şehit oldu.

2 Ağustos 2007

“Sacayağı” Aralık’ta Vizyonda


24 Kare Film’in son projesi olan SACAYAĞI Kültür Bakanlığı desteği olmaksızın, yapımcı firmanın olanakları ile yapılıyor. Sacayağı, Berrin Dağçınar'ın senaryosunu yazdığı ve yönettiği ilk sinema filmi ayrıca Dağçınar uzun yıllar Kartal Tibet'in yönetmen yardımcılığını yaptı.

Türk sinema ve tiyatrosunun birçok önemli ismini bir araya getiren filmde Zeki Alasya, Tarık Pabuçcuoğlu, Zeynep Eronat, Haldun Boysan, Hakan Boyav, Suzan Aksoy gibi önemli isimler rol alıyor.

Balıkesir'in Gömeç ilçesinde çekilen film için ilçede yepyeni mekânlar inşa edildi. Sesli olarak çekilen film için oyuncu Zeki Alaysa; “Senaryoyu ilk okuyuşta beğendim, çok sıcak, çok bugüne dair ve çok umut dolu” diyor.

Film, bir kasabada kendilerine yetecek kadar üreten, ürettiği ile yaşayıp giden üç ailenin, içlerinden birinin oğlunun görme yetisini kaybetmesi üzerine para bulmak için giriştikleri mücadeleyi anlatıyor. Bu yüzden filmin izleyiciye verdiği en önemli mesaj ise “umut”.

Kaynak: http://www.cnnturk.com

http://www.guncelhaber.com

Uluslararası “1001 Belgesel Film Festivali” Yine İstanbul’da Gerçekleştirilecek


3-7 Ekim tarihleri arasında “onuncu”su düzenlenecek olan Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali yine İstanbul’da gerçekleştirilecek. Dokuz yıldan bu yana festival; İstanbul’da, aynı anda iki kıtada birden düzenlenen tek festival olarak, Türkiye’den ve dünyadan yüzlerce belgesel filme ev sahipliği yaptı ve çok sayıda belgeselciyi ve belgesel kuramcısını seyirciyle buluşturdu.

1997 yılından bu yana geçen 9 yılda festival, 877 filme ev sahipliği yaptı; dünyanın 51 ülkesinden, yüzlerce belgeselciyi ağırladı. 2006’da ise 30 ülkeden 31 yerli, 92 yabancı toplam 123 belgesel film yer aldı.

Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali yarışmasız olmasına rağmen festivale katılacak filmler, ilkesel olarak toplu izlemeyle, tartışarak karar alan geniş katılımlı seçiciler komitesi tarafından belirlenir. Bu seçim filmlerin güçlü ve evrensel bir sinema dili kullanmış olmaları, insanlığın gelecek tasarımına katkı sağlamaları; farklı ve derin bakış açıları sunuyor olmaları gibi temel ölçütleri çerçevesinde yapılır.

1997-2006 yılları arası Festivale Katılan Ülkeler :
A.B.D., Almanya, Arjantin, Avusturya, Avustralya, Azerbaycan, Bangladeş, Belarus, Belçika, Brezilya, Bulgaristan, Bosna Hersek, Çin, Danimarka, Ermenistan, Filistin, Finlandiya, Fransa, Güney Afrika, Hırvatistan, Hindistan, Hollanda, İngiltere, İsviçre, İskoçya, İspanya, İsrail, İsveç, İran, İrlanda, İtalya, Japonya, Kanada, Kazakistan, Kırgızistan, Küba, Litvanya, Lübnan, Macaristan, Makedonya, Polonya, Portekiz, Romanya, Rusya, Slovenya, Sırbistan, Şili, Türkiye, Türkmenistan, Ukrayna, Venezüella, Yeni Zelanda, Yugoslavya, Yunanistan

2006 yılında ağırlananan festival konukları:

Muhammed Bakri-Filistin
Arto Halonen-Finlandiya
Frederik Gertten-İsveç
Jean-Pierre Krief-Fransa
Christopher Boeckel-Almanya
Elizabeth Koneska-Makedonya
Sam Pollard-ABD

1997-2006 yılları arası gösterim mekanları ise:

Atatürk Kültür Merkezi (AKM)
Barış Manço Kültür Merkezi
Belgesel Evi Cep Sineması
Bilgi Üniversitesi
Evrensel Müzik Merkezi
Feriye Sineması
Fotografevi
Fransız Kültür Merkezi
Goethe Enstitüsü
GS Üniversitesi
İtalyan Kültür Merkezi
Mimar Sinan Üniversitesi
Mimar Sinan Güzel Sanat Üniversitesi Sinema Televizyon Merkezi
Nazım Hikmet Kültür Merkezi
Türsak
Yapı Kredi Kültür Merkezi
Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi
Yunanistan Konsolosluğu Salonu

Kaynak: http://www.bsb.org.tr

Haydi Sponsorlar Dönüşün!!! (Transfomers)


Çocukluğumuzun süper kahramanlarından Transformers’ ların beyazperdeye yaptığı 143 dakikalık davete icabet etmemek bir sinemaseverin yapacağı en son işti. Öyle ki onlar çok özletmişti kendini, üstelik artık gerçek mekânlarda görme şansımız vardı onları ve televizyonun sesini kısarmısın uyarısı da olmayacaktı. Koltuğa oturulup ışıklar sönünce büyük bir soru işareti açığa çıktı, biz onlardan çok önce beyazperdeyle tanışmıştık ama onların ilk buluşması idi, acaba küçüklüğümüzde bize duydurdukları hazzı burada da yaşatabilecekler miydi?

Sorumuzun cevabı 143 dakika uzunluğundaydı ve bir babanın duyduğu özlemin duygu sömürüsü ile film start aldı, salondaki herkesin dikkati özleme değil beyazperdeye yansıyan ulaşım araçlarına kilitlenmişti, bir an önce “dönüşüm” görmek gerekiyordu artık, senaristler bunun böyle olacağını anlamış olmaydı ki fazla bekletmedi ve “kimliği belirlenemeyen bir cisim” klişesi radara takıldı. Yer her ne kadar Katar olsa bile bir ABD hava sahası bulunmuş ve ihlal edilmişti ve gereken yapılarak üsse getirildi. Artık her şey hazırdı salondaki herkes tüm dikkatini gözlerine verip perdeye bakış açısını iki katına çıkarmıştı.
Ve dönüşüm başladı, inanılmaz sesler eşliğinde fakat bir o kadar hızlı ve inanılmaz şekilde de bitti. Ne olduğu anlamaya çalışıldı ama henüz filmin başıydı, daha çok dünüşüm olacaktı, sonuçta bu bir Detepticon du, fakat helikopterden dönüşmesine rağmen pervaneden başka bir yeri helikoptere benzetilemiyordu.Umutlar kara ulaşımı araçlarına aktarıldı.
Fakat bu sırada ikinci bir soru işareti oluşmuştu izleyicide, tüm dönüşümler bu kadar hızlı ve kameranın dibine girmesiyle mi olacaktı?

İlk aksiyon sahnesinden sonra başrol oyuncumuz ve hayatı tanıtıldı ve o anda filmin bir sponsoru sahne aldı. Bu internette 2. el alışveriş imkânı sağlayan “e-bay” firmasıydı ve senaryo firma üzerine geliştirilmişti, fakat bu izleyiciyi doyuracak şekilde yapılmamıştı ve gözlük olayı tamamen bir fiyaskoydu. İşte bu sırada bir soru işareti daha kafalarda yer etti, sırada filmin önüne geçen gereksiz sponsor sahnesi varmıydı?
Sorunun cevabı Panasonic tarafından geciktirilmeden verildi, sonucunda da tabuları yıkan bir hacker tiplemesi ile karşılaşıldı ve filmin espritüel yanı bu dakikalarda ağır basmaya başladı. Fakat örnekler bununla bitmedi, kahramanlarımız araçlarının iki ayrı kişilik olduğunu anlayınca aracın tipini beğenmemeye başladılar ve yardımlarına Amerikan filmlerine ambargo koyan Chevrolet yetişti, ancak bu senaryoya gayet mantıklı yerleştirilmişti, işleyişi bozmadı ve sırıtmadı. Beklenilenin aksine kamyonlarımızın markası MACK yerine GMC idi, kamera önünde kamyonlarımızın her sert freninde logosu bize el salladı perdeden. Sırıtmayan ve estetik bir tanıtımdı buda. Savunma bakanımız Apple marka dizüstünden bilgi ediniyordu fakat bu reklam Türkiye’de ki beyazperdelerde alt yazı kurbanı oluyordu bir süre ve gereksiz sahneler trenine bir vagon daha eklenmiş oluyordu böylece. Amacı film sonunda anlaşılamayan bir sahnede Nokia imzalıydı ve terene son vagonu ekleyerek yolcu etmiş oldu.

Filmin sonlarına doğru senaristler Michael Bay’ ın şehrin göbeğini yerle bir etme egosunu hatırlıyordu, (Decepticon ların peşinde olduğu kütleyi) “şehir içine götürelim” gibi absürt bir fikre destek verildi savunma bakanından ve final mekanına resmi açıklama geliyordu kendisinden. Otobotların ve Deception ların dönüşüm sahnelerinde robot haline gelişine film boyunca hiçbir anlam verilememesine, final sahnesinde yandaki izleyiciye yönelttiğim; iyi ve kötü karakterleri ayırt edebiliyormusunuz? Sorusuna, başın iki yana çevrilmesi cevabı ile karşılık alıyordum. Ve bu cevap yukarıdaki ikinci sorununda cevabı oluyordu.

İlk soru işareti filmin bitmesi ile birlikte açılan ışıklarla artık kaybolmuyordu, bunda sponsorlar listesinin senaryoya uyarlanmasının payı çok büyüktü, “hiç alakasız parçalardan bir bütün oluşturulmaya çalışılmıştı” ama bunun Otobotlar üzerinde olması gerekirken sponsorlara yapılması çok şaşırtıcıydı, Transformers larla 143 dakikalık randevumuz buruk geçmişti ve küçüklüğümüzün Tranformers’ ı bizi çekiştirerek sinema solundan çıkartıyordu.

Murat SÜNTER

1 Ağustos 2007

Bir Deliden Mırıltılar

Sizi anlamıyorum
Akıl denilen tablonuzdaki
Sürrealist renklerinizi
Gözümüze sokmaktan vazgeçin.
Sizi duyuyorum
Fazla bağırmayın
Yalanlarınız
Kulaklarımı tırmalıyor.
Sizi görüyorum
Anlamlaştırmaya çalıştığınız vicdanınız
Gözlerimi kanatıyor.
Gördüğümüzü zannettiğiniz hayaller
Sizin gerçeklerinizden daha korkunç değil.
Siz akıllı insanlar
Savaşlarınızdan uzak tutun bizi
Kan banyonuzda yıkanmaktansa
Sonsuza dek kirli kalırız.


DAPHNE